Yeni küresel vizyon

Yeni küresel vizyon
14 Mayıs 2012 14:14

Uluslararası ilişkilerde bir akıl ve güç olarak ciddiye alınmanın, hesaba katılmanın, onsuz olmaz denilmenin ön şartı kendi kendini önemsemektir, kendine saygılı olmaktır. Bunun anlamı, o ülkenin kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi, sorunları kavramak kadar çözümleri ortaya koymak için de cesaret göstermesi, bu alanda vesayeti, stratejik yönlendirmeleri kabul etmemesidir.

Ülkelerin uluslararası politikada ilişkileri ve şartları tayin eden etkili bir güç, sözünü dinlettiren bir aktör olarak ortaya çıkabilmelerinin en önemli şartı, politikalarının arkasında yer alan toplumsal, siyasal ve ekonomik kudretleridir. Bu kudreti belirleyen dört temel kavram, demokrasi, ekonomi, diplomasi ve savunma gücüdür. Bu anlamda Türkiye'nin demokrasiye, ülkenin tarihsel, kültürel rollerine ve hiç şüphesiz evrensel insanlık değerlerine sahip çıkan bir kararlılık içinde olması gerekmektedir.

Türkiye her türlü sorunun çözümünde kendi gücüne ve aklına inanmalı, sonucu kendi gücü ve iradesiyle sağlamalıdır. Hiçbir ülke başkalarının yardım ve desteğiyle ayakta duramaz, birliğini ve dirliğini sağlayamaz. Türkiye birliği dahil uluslararası sistemle ilgili her tür problemini kendi kararlılığı ve iradesiyle çözmek, bu konuda sarsılmaz, sağlam bir duruş sergilemek zorundadır.

Rekabetçi Birliktelik

Bugünün koşullarında ülkeler ne artan birliktelikten kendilerini izole edebilirler, ne de rekabet etmeden hak ettikleri yere ulaşabilirler. Dolayısı ile iddialı, hak ettiği yere gelmek isteyen bir Türkiye'nin dış politikasının ruhu rekabetçi birliktelik üzerine kurulmalıdır.

Türkiye'ye biçilen çevre ülkesi rolüne itiraz ediyoruz

Temelde küresel ilişkilerin merkez-çevre biçiminde kurulmasına itiraz ediyoruz. Küresel sistemin kilit yerlerinden birinin de aklı, coğrafyası ve siyasetiyle Türkiye olmasını öngörüyoruz.

Hak ile dış politika

İlişkiler eğer güç kavramına değil, hak kavramına ayarlıysa kültürden kültüre, çağdan çağa değişmeyecek ve küresel barışa hizmet edecektir. bireyden bireye, toplumdan topluma, ulustan ulusa, devletten devlete ilişkilerin hiçbirinde bu eksenden şaşmayacaktır.

Türkiye dün olduğu gibi bugün de ulusal birliğini ve dirliğini sağladığı gibi, ilgili olduğu coğrafyalarla ilişkilerinde milli çıkarlarıyla insani değerleri, nihayet o ülkelerin çıkarlarını telif edecek akla, bunun iletişimini kuracak diplomasi imkan ve donanımı ile kararlılığına sahiptir.

Avrupa Birliği

Biz Avrupa Birliği'ni desteklemekte, bunu bir medeniyet projesi olarak görmekte, Türkiye'nin buradaki yerinin vazgeçilmez bir değerde olduğuna inanmaktadır.

Türkiye'nin AB için taşıdığı önemin farkına varmak ve kendi gücümüzü ve değerimizi muhataplarımıza doğru anlatmak gerekmektedir. Çünkü ancak kendi değerinin ve gücünün farkında olan bir Türkiye müzakere sürecinde dik durabilir, ilişkilerini eşitlik ve hakkaniyet temelinde kurabilir.

Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmanın yolu uygarlığı bizzat sizin tasarlamanız ve dünyaya sunmanızdır. Türkiye, tarihi, geçmişi, birikimi ile böylesi bir iddiayı gerçekliğe taşıyacak güce sahiptir. Batı karşısında hiçbir kompleks göstermeden Türkiye'nin hak ve menfaatini savunarak Avrupa Birliği ile müzakere etmek, bu genel yönelimin bir parçasıdır.

Aramamız gereken, medeniyetler ittifakı değildir, aramamız gereken, medeniyetin ta kendisidir.

Türkiye'nin AB üyeliği iki medeniyetin ittifakı ile ortaya çıkacak bir sentez değildir. Hakiki medeniyet tektir. Medeniyet insanlığın malıdır. Türkiye'nin rolü, kendi kültürünü bu ortak insanlık medeniyetine taşımaktır.

Bu üyeliğin anlamı Türkiye'nin AB'ye girmesi değil AB projesinin Türkiye'yi içine alacak biçimde genişlemesi ve derinleşmesidir.

Kendisini Doğudan ve İslam'dan izole etmiş, ayrıştırmış ve kendisi dışında olanı ötekileştirmiş bir Avrupa'nın geleceği olmayacaktır. Dünyayla bütünleşen ve bir medeniyet iddiası olarak dünyaya teklif edilen AB projesinin olmazsa olmaz şartı Türkiye'nin varlığıdır. Avrupa Birliği Türkiye ile ilişkilerini eşit, adil, ilkeli bir şekilde yürütmezse kendi geleceğini yok edecektir.

Kendini merkeze alan ve kendi dışındakini ötekileştirmeye mütemayil Avrupa düşüncesinin yeni bir senteze ihtiyacı vardır.

Bizim bu projeler içinde Batıya öğretmemiz gereken tez şudur: Çeşitlilik içinde birlik. Batı medeniyetine bizim Yunus'tan, Hacı Bektaş'tan, Mevlana'dan, Ahmet Yesevi'den gelen bir temel insanlık duruşunu kazandırmamız, “güçlü olanın haklı olduğu, başarılı sayıldığı, zayıfın yok edildiği” bir değerler dizgesine, insanlık eksenindeki alternatif dünya tasarımımızı sunmamız gerekir.

Asyasız bir Avrupa, ya da Avrupasız bir Asya düşünülemez.

Türkiye'nin bu yeni dünyadaki rolü ve konumu işte tam da burada Asya'dan gelip beş yüz yıldır Avrupalı olma kimliği, iddiası, yaklaşımıyla ortaya çıkmaktadır. Türkiye tıpkı coğrafyası gibi her iki dünyayı birleştirecek, Avrasya'yı mümkün hale getirecektir. Türkiye kendi rolünün, yerinin, anlamının değerini görmeli, bunu açık bir şekilde Avrupalı muhataplarını iletebilmeli, iletişimini haklı iddiasının gücüyle ifade kurabilmelidir.

Türkiye kendi gücüne inanmalı ve kendi gücünü bir rekabet dinamiği olarak kurgulayabilmelidir.

Türkiye'nin birçok konuda olduğu gibi AB ile ilişkilerde de temel sorunu kaynaklar, imkanlar, yönetilebilir fırsatlardan öte bir akletme konusudur. Türkiye, kendi yerine, AB açısından taşıdığı anlama, bu projeye katabileceklerine, müzakere masasının üzerine koyabileceklerine ilişkin yaratıcı aklını seferber edebilmelidir. Altı çizilmesi gereken husus şudur; Türkiye AB sürecini ve bu süreçten kazanımlarını korumalıdır. Tam üyelik hakkı elli yıla yaklaşan ilişkilerin, bu süre içinde teşekkül etmiş hukukun ürünüdür. Sayısız belgeye, dokümana, imzaya konu olmuş hakların oldubittiyle yok sayılmasına, yeniden verilmesi için tavizler istenmesine Türkiye razı olamaz.

Türkiye pozisyonunu oluştururken çıkarlarını müzakere etmekten, bu çıkarların aynı zamanda AB'ye kazandıracağı avantajları dile getirmekten kaçınmamalıdır.

Bu konuda zorluklar yaşanacak ve bunlar göğüslenecektir. Ancak her halükarda Türkiye ile AB ilişkileri eşitlik, hakkaniyet ilkeleri üzerinden, vesayetçi tutumların hiçbir şekilde söz konusu olmadığı bir zemin üzerinden yürütülmelidir. Partimiz, kendi kaynaklarına, gücüne, aklına dayalı değişim projesini toplumla paylaşacak, milli heyecanı seferber edecek, AB bekleme odasında yaşanan itilip kakılmanın bir kader olmadığını açıklığa kavuşturarak ilişkilerin yeni bir gözle okunmasını sağlayacaktır.

Türkiye'nin modernleşmesi Avrupa Birliği'ne uyumdan ibaret değildir.Akp bunu yapiyormu hayir

AB'ye uyum anlamında yasal değişikliklerle hak ve özgürlükler alanını genişletmeli, piyasa ekonomisini rekabetin korunduğu haksız rekabetin önlendiği biçimde işletmeli, siyasi partiler ve seçim yasasını değiştirerek temsilde adalet ve istikrarı sağlamalı, sivil toplumu güçlendirmeli, temel hak ve özgürlükler konusunda yeni açılımları gerçekleştirmeliyiz.Bunlar esasen çağdaş normlar olarak Türkiye'de vatandaşlarımız için istediğimiz ilkelerdir. Şüphesiz bunları gerçekleştirmek ortaya milli bir irade koymak, sorunları bu ülkenin çıkarları bağlamında görmek anlamına gelecektir.

Bugün Türkiye'nin değişim dinamiği Avrupa Birliği uyum programınca belirlenir hale gelmiştir. Ancak Türkiye'nin modernleşmesi Avrupa Birliği'ne uyumdan ibaret değildir. Asıl mesele, AB müktesebatından öte Türkiye'yi Avrupa Birliği standartlarına nasıl getireceğimizdir. Standartları yükseltmek salt antlaşmaları imzalamakla olmaz. Yaratıcı politikalara ihtiyaç vardır. Türkiye rekabet gücünü artıracağı, istihdam sorununun üstesinden geleceği, gelir adaletini sağlayacağı ekonomik programları kendisi tasarlamak, bedelini kendisi karşılamak ve hayata geçirmek zorundadır.

ABD

Türkiye-ABD ilişkileri

Bu ilişkilerin bir egemen ve itaat eden ilişkisi olmaması gerektiği inancındaki gorusumuz ,Türkiye'ye, gücü, birikimi, tarihsel tecrübesi ile Amerika ile ilişkilerde aktif rol üstlenmeye dayalı bir duruş öngörmektedir. Stratejik ortaklık sözü bir laf olmaktan çıkmalı, ortaklık hukukunun ruhuna uygun şekilde siyasetlerin müzakereye dayalı olarak şekillenmesinin çerçevesini çizmelidir.

Irak dediğimizde akla gelen ülkelerden birisi de, bu ülke üzerinden komşumuz olan ABD'dir.

Türkiye'nin PKK sorununda muhataplarından birisi Irak üzerinden Amerika olmuştur. Sadece PKK ile ilgili olarak değil bölgedeki tüm gelişmeler, beklentiler, bölge ülkelerinin politikaları denklemine etkili bir şekilde Amerika girmiştir.

Türkiye, stratejik ortaklık hukukunun verdiği hak kadar, bölge üzerindeki bilgisi ve tecrübesinin verdiği bir hakla da Amerika ile bu bölgedeki varlığını, politikalarını, projelerini tartışmak, konuşmak, bütün bunları bir tutarlık analizinden geçirerek hatalar, yanlışlar, doğrular konusunda Amerikalı yetkilileri bilgilendirmek durumundadır. Türkiye ABD ile ilişkilerinde aklını, birikimini müzakere masasının üzerine koyarken, Amerika'daki hakim akletme biçiminin bu türden bir ilişkiye açıklığını hesap ederek davranmalı, atak ve özgüvenli olmalıdır.

Türk-ABD ilişkilerindeki sorunların önemlice bir kısmı Türkiye'nin özgüvenli bir dış politika sergileyememesinden kaynaklanmaktadır.

Siyasi iktidarların müktesebatlarının zayıflığı, yetersizliği, bölgeye ve dünyaya ilişkin bir bakış açılarının olmayışı, itiraz ya da onay dışında sebep-sonuç ilişkisine dayalı ikna edici bir muhakemeden mahrum bulunuşları ve bütün bunların neticesi olarak yürütülen yanlış dış politikalar, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu şartlarda ABD'nin Türkiye'ye yönelik politikaları ve önerileri karşılıklılıktan bağımsız olarak oluşmakta, verimli bir işbirliği sağlanamamaktadır.

ABD-Türkiye ilişkilerinde aktif, yapıcı, özgüvenli, küresel perspektifi esas alan bir pozisyonda yer almış Türkiye'nin yapması gereken, bugüne kadar ağırlıklı olarak güvenlikten ve bununla bağlantılı olarak kısmi ekonomik ilişkilerden öteye geçmeyen bağları toplumsal, kültürel, bilimsel alanlara da taşımaktır. Açıkçası, devletten devlete, elitten elite sürdürülen ilişkiler halktan halka, kültürden kültüre ve işadamından işadamına yani insandan insana olan bir ilişkiye dönüştürülmelidir.

Ortadoğu

Hükümetler gelir gider ama halklar ve ülkeler arasındaki ilişkiler iktidarların ömrünü aşkın bir perspektifle yürürler.

Uluslararası siyaset sahnesinde Ortadoğu'ya ilişkin olarak Türkiye'nin iddiasını dayandırabileceği meşruiyet kaynağı şudur: “Ortadoğu halkları ile benim aramda dini, tarihi, kültürel bağlar vardır. Onların hak ve menfaatleri benim hak ve menfaatlerimdir. Tarihte olduğu gibi gelecekte de bir arada yaşayacak olan bu bölgenin ülkeleri aralarındaki çatışmaları ve gerginlikleri aşan bir ortak duruş sergileyebilmeli, bölgeyi barışın, istikrarın, refahın coğrafyası haline getirmelidirler. Türkiye Ortadoğu'nun bu istikamette şekillenmesi için ağırlığını koyacaktır.”

Bu yaklaşım Türkiye'nin tarihiyle, büyüklüğüyle, küresel gelişme dinamikleri içinde bugün sahip olduğu konumuyla uyumludur.

Burada kişilikli dış politikanın temelinde yer alacak iki esas unsur, adalet ve ortak çıkarlardır. , Ortadoğu için bölgesel gerçeklerin, insanların ihtiyaçlarının, toplumların, halkların tarihi ve sosyolojik hikayelerinin hilafına, onlara hiç bakmadan sadece çıkarlarına odaklanarak tasarlamak isteyen güçlerin yanında yer alamayacağı gibi, çağın gerçeklerine gözünü kapamış ve sadece kendi hegemonyasını sürdürme derdine düşmüş olan rejimlerin de yanında yer alamaz. Her şeyden önce bulunduğumuz yer hakkın, adaletin ve hukukun yanıdır.

Türkiye'nin bölge için kalıcı barış misyonu acıların tecrübesinden geçmiş sahici temelleri olan bir misyondur.

Ortadoğu'ya yönelik olarak Türkiye'nin temsil edeceği rol, bölgeye istikrar getirici girişimleri gerçekleştirmek, bölge ülkelerini birbirine yakınlaştırmak, ortak değerleri ve çıkarları açıkça ortaya koymak, nihayet bugün içinde yaşadığımız süreçte Ortadoğu'yu kurgulamaya çalışan merkezler nezdinde etkin bir diplomasi ortaya koymaktır.

Barış, burada bulunan tüm ülkeler ve halklar için emniyeti, huzuru, refahı sağlayacaktır. Türkiye bölgedeki her ülkeyle iyi ilişkileri, etkin gücü, diplomatik yeteneği ile barış içindeki Ortadoğu'nun inşasında önemli roller üstlenebilir, kendine yakışan çizgide sorumluluğu yerine getirebilir.

Türkiye Irak'ın bütünlüğünü sürdürme dışında hiçbir yaklaşıma rıza göstermeyecektir.

Bugün Ortadoğu bölgesinin önünde iki acil sorun durmaktadır. Bunlardan birincisi Irak, ikincisi ise Filistin'dir. Irak'taki hakim siyaset bu ülkeyi üç parçaya ayırma istidadındadır. Filistin konusunda ise Filistin halkının haklarını, varlığını hiçe sayan hiçbir proje oraya barış getirmeyecektir. Buradaki barışın temelini İsrail için güvenlik, Filistin için gerçekçi bir toprağa dayalı devlet yaklaşımı oluşturur. Türkiye, ABD ile stratejik ortaklıktan kaynaklanan hukuku kadar bölge ilkeleriyle oluşturduğu derin ilişkilerin bir neticesi olarak burada teşekkül edecek barışın mimarı olabilir.

Avrasya

Türkiye bir Avrasya gücü olarak var oldu, aynı şekilde yoluna devam edecektir.

Avrasya, Ortadoğu'yu da, Çin'i de, Avrupa'yı da, Doğu Akdeniz'i de, Karadeniz'i de içine alan sadece coğrafi derinliği ile değil, kültürel, siyasi, ekonomik zenginliği ile de yükselen bir yerin, hedefin ve bir büyük fikrin adıdır.

Türkiye bugün sadece üzerinde yaşadığı Anadolu coğrafyasının Asya ile Avrupa arasında yer alması, her iki kıtayı, her iki fikri, her iki medeniyeti bağlaması bakımından değil, ilgili olduğu coğrafya bakımından Asya ve Avrupa'yı daha derin bir şekilde kuşattığı için büyük bir potansiyel gücü temsil etmektedir.

Türkiye sahip olduğu avantajların değerlendirmesi üzerinde büyük düşünerek yükselen Avrasya'daki rolüne kendini hazırlamalıdır.

Küresel düzeydeki gelişmeler, yenidünya düzeninin temel karakterinin Avrasya'da belirleneceğini göstermektedir. Türkiye, yüzyıla yaklaşan Cumhuriyeti, elli yılı aşkın demokratik tecrübesi, yüz yetmiş yıla ulaşan modernleşme birikimi, kalkınma gelişme yolunda sergilediği performansı ile dünyaya örnek teşkil edecek bir rolü inşa edeceği güç ve prestijin maddi ve moral merkezinde yer almaktadır. Türkiye'nin Asya ile kuracağı ilişkiler kadar Avrupa Birliği üyeliği, her iki dünyayı birbirine yakınlaştıracak, muazzam bir gücü, refahı dünya gündemine taşıyacaktır. İşte bu yüzden Türkiyesiz Avrupa bir Avrasya ve dünya gücü olamayacağı gibi, Asya'nın açılımı da bu tür bir bağ ve ilişkinin kaderine yazılıdır.

Avrasya coğrafyasına yönelik Türkiye politikasının “küresel aktör olma”yı hedef alan genel siyasetin bir parçası olarak düşünülmesi, akıl temelinde bir idealizmle yürütülmesi çok önemlidir.

İslam Ülkeleri

birey düzeyinde insani gelişimin özgürce sağlandığı, bunun toplumsal ve politik yapısının oluşturulduğu bir İslam dünyası tahayyül etmektedir.

Türkiye toplumsal, politik, kültürel tecrübesini İslam dünyasıyla paylaşmak, karşılıklı alış verişte bulunmak ve nihayet işbirliğine, ortak anlayışa dayalı bir bakış açısını egemen hale getirmek durumundadır. İslam Kalkınma Örgütü, İslam Kalkınma Bankası gibi uluslar arası kuruluşlara yenileri eklenmeli, işbirliğine matuf platformlar çoğaltılmalıdır.

Küresel çapta barışın tesisinde bölgesel haksızlıkların giderilmesi, dini bağnazlıkların önlenmesi, vicdanları yaralayan haksız uygulamalara son verilmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda temel hak ve özgürlüklerin korunması ve yaşatılmasını, cinsiyet farkı gözeten geleneksel uygulamaların ortada kalkmasını, toplumu teşkil eden tüm kesimlerin yaratıcı ve üretici bir şekilde küresel üretime ve bölüşüme katkı yapmasını önemli görüyoruz.

Türk Dış Politikasında Somut Sorunlar Ve Çözümleri

Kıbrıs

Kıbrıs'ta AB'nin değil BM'nin müdahil olacağı bir çözüm esas alınmalıdır.

Kıbrıs konusundaki gelişmelerin takdim edilişi hem bu konuda yürütülen politikaların hem de konunun kamuya iletilme biçiminin derin bir çarpıklıkla malul olduğunu oraya koymaktadır. Avrupa Birliği'nin, Kıbrıs meselesinin siyasi boyutunda çözüm tarafı olamayacağı baştan bellidir.

Kıbrıs meselesinde geri adım atmadan ve Kıbrıs'ı AB sürecinin dışına çıkarıp, BM'nin muhatabı kılmak yönündeki tutum desteklenmelidir.

Bir an önce Türkiye Kıbrıs meselesini ait olduğu platforma, Birleşmiş Milletlere götürmelidir.

İletişime, etkileşime, yaratıcı çözümlere açık ama tavize kapalıyız.

Kıbrıs, Türklerin tarihsel, kültürel ve siyasal yaşam alanlarının bir parçasıdır. Türkler Kıbrıs'ta tarihi bir hak ve hukukla mevcutturlar. Bu gerçekliği değiştirmeye kalkmak, küresel ölçekte bir güvensizliği, hiç kimsenin kendi hakkından ve hukukundan emin olamayacağı bir yeni korku ortamını var etmek olacaktır.

Rumlarla iletişimsizliği, paylaşımsızlığı, etkileşimsizliği öneren bir modele sahip değildir. Her durumda, insandan insana ilişkilerin olduğu gibi, ulustan ulusa, kültürden kültüre ilişkilerin de iletişim, paylaşım odaklı olması gerektiğini düşündüğümüzden, Kıbrıs'ta da bunu öneriyoruz. Ama bunun tersine, dışlayıcı, ayrımcı, yok sayıcı her türlü öneriye de kapalıyız. Bu rekabet edeceğimiz, haklılığımızı dünya kamuoyuna anlatacağımız, gerektiğinde ise güç kullanmaya karşı güç ortaya koyacağımız bir alandır. Kıbrıs'tan vazgeçelim, fedakarlık yapalım gibi yaklaşımlar yanlıştır. Uluslararası alanda fedakarlıklar ancak karşılıklı olursa anlam kazanır. Tek taraflı fedakarlıklar jest olarak değil zavallılık olarak anlaşılır ve sürekli yeni talepleri besler. Bu alanda ilişkiler daima karşılıklılık eşitlik temelinde yürür. Dolayısıyla biz, fedakarlık edeceğimiz duygusuna sahip hiçbir modeli kabul etmiyoruz.

Kıbrıs konusunda verilecek taviz, Türkiye'nin dünya sistemine vereceği taviz anlamına gelecektir.

Mesele, Kıbrıs'tan ibaret değildir, bir ülkenin küresel sistem içindeki konumu onun problemleri çözme, onlara yaklaşma becerisi ve pozisyonu üzerinden anlaşılır ve o devlet tutumuna göre muamelelerle karşılaşmaya başlar.

Irak, Kuzey Irak, PKK

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sorun çözmek için karşısında bir muhatap arayışı içinde değildir.

Türkiye'nin en önemli sorunlarından birisi bölücü terördür ve bu mücadelede otuz yıla yaklaşan bir süre geçmiştir. Bu süre zarfında hiç şüphesiz çok acı kayıplar olmuş, güvenlik güçlerinden vatandaşlarımıza kadar birçok can kaybı yaşanmıştır.

PKK'yı tamamen etkisizleştirecek ancak diğer yandan Doğu ve Güneydoğu halkının yaşadığı sorunları ortadan kaldırabilecek kapsamlı bir çözüm girişimin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından hayata geçirilmesi son derece önemlidir.

Öte yandan terörün varlığını sorun çözme inisiyatifinin önünde bir engel olarak göstermek mazeretten öteye gitmez. Bir yandan bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarına yönelik çözümler pratiğe taşınırken diğer yandan terörle kararlı bir mücadele gerçekleştirmek, her ikisini eş zamanlı olarak yürütmek çok önemlidir. Türkiye bugüne kadar “Terör bitsin, sorunu öyle çözelim,” tutumunu almış, ancak sorun çözülmedikçe terör yeni elemanlar kazanarak kanlı eylemlerini sürdürmüştür. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir husus, silahlı mücadele yoluyla siyasallaşmaya çalışan PKK'nın bu siyasetini reddetmek, kanlı yüzünü dünyaya teşhir ederek onu insanlık vicdanında mahkûm ettirmektir.

Öte yandan biliyoruz ki sorun terörden ibaret değildir. Sorun bölücü terörle başlamış kapsamlı bir ayrılıkçı hareket biçimine gelmiştir. Bu gerçeği görmezden gelmek Türkiye'yi yönetmekten aciz olmak demektir. Dolayısıyla Türkiye'nin terörle mücadelesi ayrı bir mesele, büyümekte olan ayrılıkçı psikolojiyi geriletmesi ve bütünleştirici politikaları hayata geçirmesi ve kitleleri bütünleştirici politikalarının odağına koyması ayrı bir meseledir. Bu ayrım yapılmadıkça, bu kararlılık ortaya konulmadıkça bu konuda çözüm gecikecektir.

Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde yegane güç kaynağı kendi milleti, onun kararlılığı ve inancıdır

Bilinmelidir ki bugün terör Türkiye'nin bir numaralı sorunudur. Bugün teröre karşı mücadele Türkiye'nin bir numaralı önceliğidir. Bu bir numaralı sorun çözülmedikçe, bu bir numaralı öncelik yerine getirilmedikçe Türkiye'nin iki numaralı sorunu olmayacaktır.

Türkiye milli güvenliğini tehlike altına alan bu gelişmeler karşısında uluslar arası hukuktan doğan bütün meşru inisiyatiflerini kullanabilecek kararlılıkta, yeterlilikte olduğunu apaçık ortaya koymalıdır.

Aynı zamanda kendi imkanlarıyla terörün tüm boyutlarına müdahale etmesi, sorunlara doğru teşhirlerle yaklaşması, tutarlı ve kapsamlı bir mücadele stratejisi oluşturmasıdır. Ülkelerin kendi bütünlüklerini, kendi güvenliklerini başkalarına ihale ederek, başkalarıyla pazarlık konusu ederek sağlayamayacakları çok açıktır. Bu iktidarın göremediğini millet bilmektedir ve bu çerçevede kararlı iradesini ortaya koyacak mekanizmalar, yöntemler demokratik rejimimizin içinde mevcuttur.

Hiç kimse unutmamalıdır ki, Türkiye bu bölgeyi yüzyıllarca barış içinde idare etmiş bir ülkedir.

Irak'a ABD öncülüğündeki uluslar arası güçlerin müdahale etmeye başlamasından sonra Türkiye Irak üzerindeki inisiyatifini yitirdiği yeni bir sürecin içine girmiştir. Bu şartları doğuran gelişmeler AKP hükümetinin kötü idaresi ve geleceği göremeyişinin bir neticesidir.Neticede Irak'ın toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini söyleyerek buraya gelen uluslar arası güç, orta vadede Irak'ın bölüneceği, hatta Ortadoğu haritalarının Türkiye'yi de içine alacak şekilde değişeceği ihtimalini serbestçe tartışabilme cüretini gösterebilmektedir. Irak'ın toprak bütünlüğü korunacak olsa bile bu gerçek anlamda üniter yapının korunması anlamına gelmeyecektir.

Irak'ta yaşanan savaş, sonrasındaki şiddet ve üç parçaya ayrılma süreci Türkiye'yi birçok bakımdan ilgilendirmektedir. Her şeyden önce komşusunda yaşanacak bu tür bir parçalanma bölgeye bir istikrarsızlık olarak yansıyacak, burada büyük güçlerin inisiyatifini artıracaktır. İkincisi, barış, demokrasi, karşılıklı işbirliğine dayalı bir politikayı takip etmekte bu parçalanmış yapı yeteri ölçüde verimli bir işbirliği sağlayamayacaktır. Üçüncüsü, Kuzey Irak'taki gelişmeler sonucunda burada etnik temelli bir siyasi yapının ortaya çıkması, Türkiye'nin kayıtsız kalamayacağı bir gelişmedir.

Kerkük Türkiye'nin özellikle duyarlı olduğu bir şehirdir. Kerkük'te 2007 yılında gerçekleşecek bir referanduma doğru gidilmektedir. Bu referandumdan bölge demografisinin gerçek durumunu elde etmek imkansızdır. Türkiye Kerkük'ün demografik yapısını değiştirerek orayı etnik devletin sınırları içine almak isteyen gelişmeler karşısındaki kararlı iradesini bugünden dile getirmeli, bu gelişmelere hiçbir hal ve şartta izin vermeyeceğini ortaya koymalıdır. Sadece tek başına bu konum dahi Türkiye'ye bölge üzerinde söz söyleme, oradaki gelişmeleri en rasyonel şekilde değerlendirme hakkını vermektedir. Dolayısıyla devletimizin bütün kurumlarıyla iktidarıyla muhalefetiyle milletimizin gösterdiği dirayeti yansıtacak bir tutarlılık ve bir kararlılık içinde olması, milli bir duruş sergilenmesi hayati derecede önemlidir.

Ermeni Sorunu

Mukatele başka bir şey, soykırım başka bir şeydir.

I. Dünya Harbi sürecinde Türkler ve Ermeniler arasında karşılıklı kıtal yani mukatele yaşanmıştır. Ama Yüzyıllarca barış içinde, bir arada, kardeşçe yaşayabilmiş toplulukları, Osmanlı'nın “tebaa-i sadıka” diye şerefli bir yerde gösterdiği Ermeni topluluklarını Osmanlıya ve Türklere karşı katliama sevk eden yine Batının kışkırtıcılığıdır.

Ortadoğu'da rolü ve etkinliği istenmeyen Türkiye'nin içine doğru büzülmesi için bir toplu harekat başlatılmıştır. Türk kamuoyunun, Türk siyasetçisinin dikkati Irak'tan, Suriye'den, Ortadoğu'dan alınıp Ermenistan'a ve kendi içine doğru çekilmek istenmektedir. Fransa'nın Türkiye'yi bir 'soykırım' tartışmasıyla karşı karşıya getirmesinin arkasında yatan amaç uluslararası ilişkilerde Türkiye'yi inisiyatifsiz bir konuma itme çabasıdır.

Bu oyun rollerin paylaşıldığı bir oyundur.

Ermeni sorunundan bahsederken dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri de diaspora ile Ermenistan'ı birbirinden ayırmaktır. Türk siyasetçisinin sakin, soğukkanlı olması, resmin tamamını görerek asıl bağların, arka plandaki siyasetlerin ve hesapların üzerine kendi stratejisini oluşturması lazımdır. Prensipte Ermenistan ile ilişkileri her yönde geliştirmeye odaklı, pozitif yönde değer ve katkı yaratmayı ortaya koyacak, dönüp geçmişin kavgasını yapmayacaktır. Meselenin o boyutu tarihe ve tarihçilere bırakılması gereken bir konudur. Günümüz politikalarının oluşturulacağı zemin bugünün şartları, ilişkileri ve mümkün ortak çıkarlarıdır. Türkiye bu yaklaşımını herkese, tüm dünya kamuoyuna dik durarak, açıkça ortaya koymalıdır.

Küresel Terör

İslami terör olamaz, İslamı kullanan terör olur.

İslam şiddet üreten bir din, kültür değildir. Küresel terör denen şiddeti üreten doğrudan küresel sistemin çarpıklığıdır.

İslami terör denildiğinde bunun öncelikle Filistin, Irak, Balkanlar ve nihayet Kafkasya kökenli olduğunu görüyoruz. Bu alanlar küresel güçlerin, çıkarları istikametinde, orada yaşayan insanların iradelerini, reylerini hiçe sayarak düzenlemeye kalkıştıkları alanlardır. Bu coğrafyalar üzerinde yer alan ülkeler bir yandan demokrasi, insan hakları, hukuk devleti yapıları çerçevesinde halk temelli dönüşümlere açılırken, diğer yandan sorunların adalet ve hakkaniyet çerçevesinde çözülmesi terörizmin kaynağını kurutacak, maceracılara da fırsat vermeyecektir.

Terörden uzun yıllar çekmiş bir ülke olarak terörün ve şiddetin bir araç olarak kullanılmasına Türkiye her zaman karşı çıkacak, kaynağı, iddiası, hedefi ne olursa olsun şiddetin her tür biçimini ret edecektir. Partimiz özgürlük ve refahın yayılmasının, küresel düzende ekonomik kaynakların adaletle bölüşülmesinin evrensel bir sorun olan terör belasının en büyük panzehiri olduğunu bilmektedir. Türkiye terörle mücadeledeki tecrübesini büyük bir içtenlikle bütün dünya ile paylaşmaktadır. Bu bağlamda, dini motifli teröre kaynaklık eden olaylar konusunda akılcı siyasetler üreterek, şiddetin sorunların çözümünde hiçbir yere ve anlama sahip olmadığı konusunu ikna edici bir şekilde ortaya koyarak İslam dünyasına güçlü mesajlar verecek Türkiye, bu sorunun çözümünde de aktif rol üstlenebilir.

AKP'nin zero politikasi ve sonuçlarını gördük…

 

Dr. Ali Arif ÖZZEYBEK H&H YORUM

 

Gerçek anlamda bir dış politika için dirayet lazım.

 

 

Dirayetli Bir Dış Politika

 

Uluslararası ilişkilerde bir akıl ve güç olarak ciddiye alınmanın, hesaba katılmanın, onsuz olmaz denilmenin ön şartı kendi kendini önemsemektir, kendine saygılı olmaktır. Bunun anlamı, o ülkenin kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi, sorunları kavramak kadar çözümleri ortaya koymak için de cesaret göstermesi, bu alanda vesayeti, stratejik yönlendirmeleri kabul etmemesidir.

 

 

Ülkelerin uluslararası politikada ilişkileri ve şartları tayin eden etkili bir güç, sözünü dinlettiren bir aktör olarak ortaya çıkabilmelerinin en önemli şartı, politikalarının arkasında yer alan toplumsal, siyasal ve ekonomik kudretleridir. Bu kudreti belirleyen dört temel kavram, demokrasi, ekonomi, diplomasi ve savunma gücüdür. Bu anlamda Türkiye'nin demokrasiye, ülkenin tarihsel, kültürel rollerine ve hiç şüphesiz evrensel insanlık değerlerine sahip çıkan bir kararlılık içinde olması gerekmektedir. 

 

 

Türkiye her türlü sorunun çözümünde kendi gücüne ve aklına inanmalı, sonucu kendi gücü ve iradesiyle sağlamalıdır. Hiçbir ülke başkalarının yardım ve desteğiyle ayakta duramaz, birliğini ve dirliğini sağlayamaz. Türkiye birliği dahil uluslararası sistemle ilgili her tür problemini kendi kararlılığı ve iradesiyle çözmek, bu konuda sarsılmaz, sağlam bir duruş sergilemek zorundadır.

 

 

Rekabetçi Birliktelik

 

 

Bugünün koşullarında ülkeler ne artan birliktelikten kendilerini izole edebilirler, ne de rekabet etmeden hak ettikleri yere ulaşabilirler. Dolayısı ile iddialı, hak ettiği yere gelmek isteyen bir Türkiye'nin dış politikasının ruhu rekabetçi birliktelik üzerine kurulmalıdır.

 

 

Türkiye'ye biçilen çevre ülkesi rolüne itiraz ediyoruz

 

 

Temelde küresel ilişkilerin merkez-çevre biçiminde kurulmasına itiraz ediyoruz. Küresel sistemin kilit yerlerinden birinin de aklı, coğrafyası ve siyasetiyle Türkiye olmasını öngörüyoruz.

 

 

Hak ile dış politika

 

 

İlişkiler eğer güç kavramına değil, hak kavramına ayarlıysa kültürden kültüre, çağdan çağa değişmeyecek ve küresel barışa hizmet edecektir. bireyden bireye, toplumdan topluma, ulustan ulusa, devletten devlete ilişkilerin hiçbirinde bu eksenden şaşmayacaktır.

 

 

Türkiye dün olduğu gibi bugün de ulusal birliğini ve dirliğini sağladığı gibi, ilgili olduğu coğrafyalarla ilişkilerinde milli çıkarlarıyla insani değerleri, nihayet o ülkelerin çıkarlarını telif edecek akla, bunun iletişimini kuracak diplomasi imkan ve donanımı ile kararlılığına sahiptir.

 

 

Avrupa Birliği

 

 

 

Biz Avrupa Birliği'ni desteklemekte, bunu bir medeniyet projesi olarak görmekte, Türkiye'nin buradaki yerinin vazgeçilmez bir değerde olduğuna inanmaktadır.

 

 

Türkiye'nin AB için taşıdığı önemin farkına varmak ve kendi gücümüzü ve değerimizi muhataplarımıza doğru anlatmak gerekmektedir. Çünkü ancak kendi değerinin ve gücünün farkında olan bir Türkiye müzakere sürecinde dik durabilir, ilişkilerini eşitlik ve hakkaniyet temelinde kurabilir.

 

 

Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmanın yolu uygarlığı bizzat sizin tasarlamanız ve dünyaya sunmanızdır. Türkiye, tarihi, geçmişi, birikimi ile böylesi bir iddiayı gerçekliğe taşıyacak güce sahiptir. Batı karşısında hiçbir kompleks göstermeden Türkiye'nin hak ve menfaatini savunarak Avrupa Birliği ile müzakere etmek, bu genel yönelimin bir parçasıdır.

 

 

Aramamız gereken, medeniyetler ittifakı değildir, aramamız gereken, medeniyetin ta kendisidir.

 

 

Türkiye'nin AB üyeliği iki medeniyetin ittifakı ile ortaya çıkacak bir sentez değildir. Hakiki medeniyet tektir. Medeniyet insanlığın malıdır. Türkiye'nin rolü, kendi kültürünü bu ortak insanlık medeniyetine taşımaktır.

 

 

Bu üyeliğin anlamı Türkiye'nin AB'ye girmesi değil AB projesinin Türkiye'yi içine alacak biçimde genişlemesi ve derinleşmesidir.

 

 

Kendisini Doğudan ve İslam'dan izole etmiş, ayrıştırmış ve kendisi dışında olanı ötekileştirmiş bir Avrupa'nın geleceği olmayacaktır. Dünyayla bütünleşen ve bir medeniyet iddiası olarak dünyaya teklif edilen AB projesinin olmazsa olmaz şartı Türkiye'nin varlığıdır. Avrupa Birliği Türkiye ile ilişkilerini eşit, adil, ilkeli bir şekilde yürütmezse kendi geleceğini yok edecektir.

 

 

Kendini merkeze alan ve kendi dışındakini ötekileştirmeye mütemayil Avrupa düşüncesinin yeni bir senteze ihtiyacı vardır.

 

 

Bizim bu projeler içinde Batıya öğretmemiz gereken tez şudur: Çeşitlilik içinde birlik. Batı medeniyetine bizim Yunus'tan, Hacı Bektaş'tan, Mevlana'dan, Ahmet Yesevi'den gelen bir temel insanlık duruşunu kazandırmamız, “güçlü olanın haklı olduğu, başarılı sayıldığı, zayıfın yok edildiği” bir değerler dizgesine, insanlık eksenindeki alternatif dünya tasarımımızı sunmamız gerekir.

 

 

Asyasız bir Avrupa ya da Avrupasız bir Asya düşünülemez.

 

 

Türkiye'nin bu yeni dünyadaki rolü ve konumu işte tam da burada Asya'dan gelip beş yüz yıldır Avrupalı olma kimliği, iddiası, yaklaşımıyla ortaya çıkmaktadır. Türkiye tıpkı coğrafyası gibi her iki dünyayı birleştirecek, Avrasya'yı mümkün hale getirecektir. Türkiye kendi rolünün, yerinin, anlamının değerini görmeli, bunu açık bir şekilde Avrupalı muhataplarını iletebilmeli, iletişimini haklı iddiasının gücüyle ifade kurabilmelidir.

 

 

Türkiye kendi gücüne inanmalı ve kendi gücünü bir rekabet dinamiği olarak kurgulayabilmelidir.

 

 

Türkiye'nin birçok konuda olduğu gibi AB ile ilişkilerde de temel sorunu kaynaklar, imkanlar, yönetilebilir fırsatlardan öte bir akletme konusudur. Türkiye, kendi yerine, AB açısından taşıdığı anlama, bu projeye katabileceklerine, müzakere masasının üzerine koyabileceklerine ilişkin yaratıcı aklını seferber edebilmelidir. Altı çizilmesi gereken husus şudur; Türkiye AB sürecini ve bu süreçten kazanımlarını korumalıdır. Tam üyelik hakkı elli yıla yaklaşan ilişkilerin, bu süre içinde teşekkül etmiş hukukun ürünüdür. Sayısız belgeye, dokümana, imzaya konu olmuş hakların oldubittiyle yok sayılmasına, yeniden verilmesi için tavizler istenmesine Türkiye razı olamaz.

 

 

Türkiye pozisyonunu oluştururken çıkarlarını müzakere etmekten, bu çıkarların aynı zamanda AB'ye kazandıracağı avantajları dile getirmekten kaçınmamalıdır.

 

 

Bu konuda zorluklar yaşanacak ve bunlar göğüslenecektir. Ancak her halükarda Türkiye ile AB ilişkileri eşitlik, hakkaniyet ilkeleri üzerinden, vesayetçi tutumların hiçbir şekilde söz konusu olmadığı bir zemin üzerinden yürütülmelidir. Partimiz, kendi kaynaklarına, gücüne, aklına dayalı değişim projesini toplumla paylaşacak, milli heyecanı seferber edecek, AB bekleme odasında yaşanan itilip kakılmanın bir kader olmadığını açıklığa kavuşturarak ilişkilerin yeni bir gözle okunmasını sağlayacaktır.

 

 

Türkiye'nin modernleşmesi Avrupa Birliği'ne uyumdan ibaret değildir.Akp bunu yapiyormu hayir

 

 

AB'ye uyum anlamında yasal değişikliklerle hak ve özgürlükler alanını genişletmeli, piyasa ekonomisini rekabetin korunduğu haksız rekabetin önlendiği biçimde işletmeli, siyasi partiler ve seçim yasasını değiştirerek temsilde adalet ve istikrarı sağlamalı, sivil toplumu güçlendirmeli, temel hak ve özgürlükler konusunda yeni açılımları gerçekleştirmeliyiz.Bunlar esasen çağdaş normlar olarak Türkiye'de vatandaşlarımız için istediğimiz ilkelerdir. Şüphesiz bunları gerçekleştirmek ortaya milli bir irade koymak, sorunları bu ülkenin çıkarları bağlamında görmek anlamına gelecektir.

 

 

Bugün Türkiye'nin değişim dinamiği Avrupa Birliği uyum programınca belirlenir hale gelmiştir. Ancak Türkiye'nin modernleşmesi Avrupa Birliği'ne uyumdan ibaret değildir. Asıl mesele, AB müktesebatından öte Türkiye'yi Avrupa Birliği standartlarına nasıl getireceğimizdir. Standartları yükseltmek salt antlaşmaları imzalamakla olmaz. Yaratıcı politikalara ihtiyaç vardır. Türkiye rekabet gücünü artıracağı, istihdam sorununun üstesinden geleceği, gelir adaletini sağlayacağı ekonomik programları kendisi tasarlamak, bedelini kendisi karşılamak ve hayata geçirmek zorundadır.

 

 

 

ABD

 

 

Türkiye-ABD ilişkileri

 

 

Bu ilişkilerin bir egemen ve itaat eden ilişkisi olmaması gerektiği inancındaki  gorusumuz ,Türkiye'ye, gücü, birikimi, tarihsel tecrübesi ile Amerika ile ilişkilerde aktif rol üstlenmeye dayalı bir duruş öngörmektedir. Stratejik ortaklık sözü bir laf olmaktan çıkmalı, ortaklık hukukunun ruhuna uygun şekilde siyasetlerin müzakereye dayalı olarak şekillenmesinin çerçevesini çizmelidir.

 

 

Irak dediğimizde akla gelen ülkelerden birisi de, bu ülke üzerinden komşumuz olan ABD'dir.

 

Türkiye'nin PKK sorununda muhataplarından birisi Irak üzerinden Amerika olmuştur. Sadece PKK ile ilgili olarak değil bölgedeki tüm gelişmeler, beklentiler, bölge ülkelerinin politikaları denklemine etkili bir şekilde Amerika girmiştir.

 

 

Türkiye, stratejik ortaklık hukukunun verdiği hak kadar, bölge üzerindeki bilgisi ve tecrübesinin verdiği bir hakla da Amerika ile bu bölgedeki varlığını, politikalarını, projelerini tartışmak, konuşmak, bütün bunları bir tutarlık analizinden geçirerek hatalar, yanlışlar, doğrular konusunda Amerikalı yetkilileri bilgilendirmek durumundadır. Türkiye ABD ile ilişkilerinde aklını, birikimini müzakere masasının üzerine koyarken, Amerika'daki hakim akletme biçiminin bu türden bir ilişkiye açıklığını hesap ederek davranmalı, atak ve özgüvenli olmalıdır.

 

 

Türk-ABD ilişkilerindeki sorunların önemlice bir kısmı Türkiye'nin özgüvenli bir dış politika sergileyememesinden kaynaklanmaktadır.

 

 

Siyasi iktidarların müktesebatlarının zayıflığı, yetersizliği, bölgeye ve dünyaya ilişkin bir bakış açılarının olmayışı, itiraz ya da onay dışında sebep-sonuç ilişkisine dayalı ikna edici bir muhakemeden mahrum bulunuşları ve bütün bunların neticesi olarak yürütülen yanlış dış politikalar, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu şartlarda ABD'nin Türkiye'ye yönelik politikaları ve önerileri karşılıklılıktan bağımsız olarak oluşmakta, verimli bir işbirliği sağlanamamaktadır.

 

 

ABD-Türkiye ilişkilerinde aktif, yapıcı, özgüvenli, küresel perspektifi esas alan bir pozisyonda yer almış Türkiye'nin yapması gereken, bugüne kadar ağırlıklı olarak güvenlikten ve bununla bağlantılı olarak kısmi ekonomik ilişkilerden öteye geçmeyen bağları toplumsal, kültürel, bilimsel alanlara da taşımaktır. Açıkçası, devletten devlete, elitten elite sürdürülen ilişkiler halktan halka, kültürden kültüre ve işadamından işadamına yani insandan insana olan bir ilişkiye dönüştürülmelidir.

 

 

Ortadoğu

 

 

Hükümetler gelir gider ama halklar ve ülkeler arasındaki ilişkiler iktidarların ömrünü aşkın bir perspektifle yürürler.

 

 

Uluslararası siyaset sahnesinde Ortadoğu'ya ilişkin olarak Türkiye'nin iddiasını dayandırabileceği meşruiyet kaynağı şudur: “Ortadoğu halkları ile benim aramda dini, tarihi, kültürel bağlar vardır. Onların hak ve menfaatleri benim hak ve menfaatlerimdir. Tarihte olduğu gibi gelecekte de bir arada yaşayacak olan bu bölgenin ülkeleri aralarındaki çatışmaları ve gerginlikleri aşan bir ortak duruş sergileyebilmeli, bölgeyi barışın, istikrarın, refahın coğrafyası haline getirmelidirler. Türkiye Ortadoğu'nun bu istikamette şekillenmesi için ağırlığını koyacaktır.”

 

 

Bu yaklaşım Türkiye'nin tarihiyle, büyüklüğüyle, küresel gelişme dinamikleri içinde bugün sahip olduğu konumuyla uyumludur.

 

 

Burada kişilikli dış politikanın temelinde yer alacak iki esas unsur, adalet ve ortak çıkarlardır. , Ortadoğu için bölgesel gerçeklerin, insanların ihtiyaçlarının, toplumların, halkların tarihi ve sosyolojik hikayelerinin hilafına, onlara hiç bakmadan sadece çıkarlarına odaklanarak tasarlamak isteyen güçlerin yanında yer alamayacağı gibi, çağın gerçeklerine gözünü kapamış ve sadece kendi hegemonyasını sürdürme derdine düşmüş olan rejimlerin de yanında yer alamaz. Her şeyden önce bulunduğumuz yer hakkın, adaletin ve hukukun yanıdır.

 

 

Türkiye'nin bölge için kalıcı barış misyonu acıların tecrübesinden geçmiş sahici temelleri olan bir misyondur.

 

 

Ortadoğu'ya yönelik olarak Türkiye'nin temsil edeceği rol, bölgeye istikrar getirici girişimleri gerçekleştirmek, bölge ülkelerini birbirine yakınlaştırmak, ortak değerleri ve çıkarları açıkça ortaya koymak, nihayet bugün içinde yaşadığımız süreçte Ortadoğu'yu kurgulamaya çalışan merkezler nezdinde etkin bir diplomasi ortaya koymaktır.

 

 

Barış, burada bulunan tüm ülkeler ve halklar için emniyeti, huzuru, refahı sağlayacaktır. Türkiye bölgedeki her ülkeyle iyi ilişkileri, etkin gücü, diplomatik yeteneği ile barış içindeki Ortadoğu'nun inşasında önemli roller üstlenebilir, kendine yakışan çizgide sorumluluğu yerine getirebilir.

 

 

Türkiye Irak'ın bütünlüğünü sürdürme dışında hiçbir yaklaşıma rıza göstermeyecektir.

 

 

Bugün Ortadoğu bölgesinin önünde iki acil sorun durmaktadır. Bunlardan birincisi Irak, ikincisi ise Filistin'dir. Irak'taki hakim siyaset bu ülkeyi üç parçaya ayırma istidadındadır. Filistin konusunda ise Filistin halkının haklarını, varlığını hiçe sayan hiçbir proje oraya barış getirmeyecektir. Buradaki barışın temelini İsrail için güvenlik, Filistin için gerçekçi bir toprağa dayalı devlet yaklaşımı oluşturur. Türkiye, ABD ile stratejik ortaklıktan kaynaklanan hukuku kadar bölge ilkeleriyle oluşturduğu derin ilişkilerin bir neticesi olarak burada teşekkül edecek barışın mimarı olabilir.

 

 

Avrasya

 

Türkiye bir Avrasya gücü olarak var oldu, aynı şekilde yoluna devam edecektir.

 

Avrasya, Ortadoğu'yu da, Çin'i de, Avrupa'yı da, Doğu Akdeniz'i de, Karadeniz'i de içine alan sadece coğrafi derinliği ile değil, kültürel, siyasi, ekonomik zenginliği ile de yükselen bir yerin, hedefin ve bir büyük fikrin adıdır.

 

 

Türkiye bugün sadece üzerinde yaşadığı Anadolu coğrafyasının Asya ile Avrupa arasında yer alması, her iki kıtayı, her iki fikri, her iki medeniyeti bağlaması bakımından değil, ilgili olduğu coğrafya bakımından Asya ve Avrupa'yı daha derin bir şekilde kuşattığı için büyük bir potansiyel gücü temsil etmektedir.

 

 

Türkiye sahip olduğu avantajların değerlendirmesi üzerinde büyük düşünerek yükselen Avrasya'daki rolüne kendini hazırlamalıdır.

 

 

Küresel düzeydeki gelişmeler, yenidünya düzeninin temel karakterinin Avrasya'da belirleneceğini göstermektedir. Türkiye, yüzyıla yaklaşan Cumhuriyeti, elli yılı aşkın demokratik tecrübesi, yüz yetmiş yıla ulaşan modernleşme birikimi, kalkınma gelişme yolunda sergilediği performansı ile dünyaya örnek teşkil edecek bir rolü inşa edeceği güç ve prestijin maddi ve moral merkezinde yer almaktadır. Türkiye'nin Asya ile kuracağı ilişkiler kadar Avrupa Birliği üyeliği, her iki dünyayı birbirine yakınlaştıracak, muazzam bir gücü, refahı dünya gündemine taşıyacaktır. İşte bu yüzden Türkiyesiz Avrupa bir Avrasya ve dünya gücü olamayacağı gibi, Asya'nın açılımı da bu tür bir bağ ve ilişkinin kaderine yazılıdır.

 

 

Avrasya coğrafyasına yönelik Türkiye politikasının “küresel aktör olma”yı hedef alan genel siyasetin bir parçası olarak düşünülmesi, akıl temelinde bir idealizmle yürütülmesi çok önemlidir.

 

 

İslam Ülkeleri

 

 

Birey düzeyinde insani gelişimin özgürce sağlandığı, bunun toplumsal ve politik yapısının oluşturulduğu bir İslam dünyası tahayyül etmektedir.

 

 

Türkiye toplumsal, politik, kültürel tecrübesini İslam dünyasıyla paylaşmak, karşılıklı alış verişte bulunmak ve nihayet işbirliğine, ortak anlayışa dayalı bir bakış açısını egemen hale getirmek durumundadır. İslam Kalkınma Örgütü, İslam Kalkınma Bankası gibi uluslar arası kuruluşlara yenileri eklenmeli, işbirliğine matuf platformlar çoğaltılmalıdır.

 

 

Küresel çapta barışın tesisinde bölgesel haksızlıkların giderilmesi, dini bağnazlıkların önlenmesi, vicdanları yaralayan haksız uygulamalara son verilmesi gerekmektedir.

 

 

Bu bağlamda temel hak ve özgürlüklerin korunması ve yaşatılmasını, cinsiyet farkı gözeten geleneksel uygulamaların ortada kalkmasını, toplumu teşkil eden tüm kesimlerin yaratıcı ve üretici bir şekilde küresel üretime ve bölüşüme katkı yapmasını önemli görüyoruz.

 

 

Türk Dış Politikasında Somut Sorunlar Ve Çözümleri

 

 

Kıbrıs

 

Kıbrıs'ta AB'nin değil BM'nin müdahil olacağı bir çözüm esas alınmalıdır.

 

Kıbrıs konusundaki gelişmelerin takdim edilişi hem bu konuda yürütülen politikaların hem de konunun kamuya iletilme biçiminin derin bir çarpıklıkla malul olduğunu oraya koymaktadır. Avrupa Birliği'nin, Kıbrıs meselesinin siyasi boyutunda çözüm tarafı olamayacağı baştan bellidir.

 

 

Kıbrıs meselesinde geri adım atmadan ve Kıbrıs'ı AB sürecinin dışına çıkarıp, BM'nin muhatabı kılmak yönündeki tutum desteklenmelidir.

 

 

Bir an önce Türkiye Kıbrıs meselesini ait olduğu platforma, Birleşmiş Milletlere götürmelidir.

 

 

İletişime, etkileşime, yaratıcı çözümlere açık ama tavize kapalıyız.

 

 

Kıbrıs, Türklerin tarihsel, kültürel ve siyasal yaşam alanlarının bir parçasıdır. Türkler Kıbrıs'ta tarihi bir hak ve hukukla mevcutturlar. Bu gerçekliği değiştirmeye kalkmak, küresel ölçekte bir güvensizliği, hiç kimsenin kendi hakkından ve hukukundan emin olamayacağı bir yeni korku ortamını var etmek olacaktır.

 

 

Rumlarla iletişimsizliği, paylaşımsızlığı, etkileşimsizliği öneren bir modele sahip değildir. Her durumda, insandan insana ilişkilerin olduğu gibi, ulustan ulusa, kültürden kültüre ilişkilerin de iletişim, paylaşım odaklı olması gerektiğini düşündüğümüzden, Kıbrıs'ta da bunu öneriyoruz. Ama bunun tersine, dışlayıcı, ayrımcı, yok sayıcı her türlü öneriye de kapalıyız. Bu rekabet edeceğimiz, haklılığımızı dünya kamuoyuna anlatacağımız, gerektiğinde ise güç kullanmaya karşı güç ortaya koyacağımız bir alandır. Kıbrıs'tan vazgeçelim, fedakarlık yapalım gibi yaklaşımlar yanlıştır. Uluslararası alanda fedakarlıklar ancak karşılıklı olursa anlam kazanır. Tek taraflı fedakarlıklar jest olarak değil zavallılık olarak anlaşılır ve sürekli yeni talepleri besler. Bu alanda ilişkiler daima karşılıklılık eşitlik temelinde yürür. Dolayısıyla biz, fedakarlık edeceğimiz duygusuna sahip hiçbir modeli kabul etmiyoruz.

 

 

Kıbrıs konusunda verilecek taviz, Türkiye'nin dünya sistemine vereceği taviz anlamına gelecektir.

 

Mesele, Kıbrıs'tan ibaret değildir, bir ülkenin küresel sistem içindeki konumu onun problemleri çözme, onlara yaklaşma becerisi ve pozisyonu üzerinden anlaşılır ve o devlet tutumuna göre muamelelerle karşılaşmaya başlar.

 

 

Irak, Kuzey Irak, PKK

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sorun çözmek için karşısında bir muhatap arayışı içinde değildir.

 

 

Türkiye'nin en önemli sorunlarından birisi bölücü terördür ve bu mücadelede otuz yıla yaklaşan bir süre geçmiştir. Bu süre zarfında hiç şüphesiz çok acı kayıplar olmuş, güvenlik güçlerinden vatandaşlarımıza kadar birçok can kaybı yaşanmıştır.

 

 

PKK'yı tamamen etkisizleştirecek ancak diğer yandan Doğu ve Güneydoğu halkının yaşadığı sorunları ortadan kaldırabilecek kapsamlı bir çözüm girişimin Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından hayata geçirilmesi son derece önemlidir.

 

 

Öte yandan terörün varlığını sorun çözme inisiyatifinin önünde bir engel olarak göstermek mazeretten öteye gitmez. Bir yandan bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarına yönelik çözümler pratiğe taşınırken diğer yandan terörle kararlı bir mücadele gerçekleştirmek, her ikisini eş zamanlı olarak yürütmek çok önemlidir. Türkiye bugüne kadar “Terör bitsin, sorunu öyle çözelim,” tutumunu almış, ancak sorun çözülmedikçe terör yeni elemanlar kazanarak kanlı eylemlerini sürdürmüştür. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir husus, silahlı mücadele yoluyla siyasallaşmaya çalışan PKK'nın bu siyasetini reddetmek, kanlı yüzünü dünyaya teşhir ederek onu insanlık vicdanında mahkûm ettirmektir.

 

 

Öte yandan biliyoruz ki sorun terörden ibaret değildir. Sorun bölücü terörle başlamış kapsamlı bir ayrılıkçı hareket biçimine gelmiştir. Bu gerçeği görmezden gelmek Türkiye'yi yönetmekten aciz olmak demektir. Dolayısıyla Türkiye'nin terörle mücadelesi ayrı bir mesele, büyümekte olan ayrılıkçı psikolojiyi geriletmesi ve bütünleştirici politikaları hayata geçirmesi ve kitleleri bütünleştirici politikalarının odağına koyması ayrı bir meseledir. Bu ayrım yapılmadıkça, bu kararlılık ortaya konulmadıkça bu konuda çözüm gecikecektir.

 

 

Türkiye'nin PKK ile mücadelesinde yegane güç kaynağı kendi milleti, onun kararlılığı ve inancıdır

 

 

Bilinmelidir ki bugün terör Türkiye'nin bir numaralı sorunudur. Bugün teröre karşı mücadele Türkiye'nin bir numaralı önceliğidir. Bu bir numaralı sorun çözülmedikçe, bu bir numaralı öncelik yerine getirilmedikçe Türkiye'nin iki numaralı sorunu olmayacaktır.

 

 

Türkiye milli güvenliğini tehlike altına alan bu gelişmeler karşısında uluslar arası hukuktan doğan bütün meşru inisiyatiflerini kullanabilecek kararlılıkta, yeterlilikte olduğunu apaçık ortaya koymalıdır.

 

 

Aynı zamanda kendi imkanlarıyla terörün tüm boyutlarına müdahale etmesi, sorunlara doğru teşhirlerle yaklaşması, tutarlı ve kapsamlı bir mücadele stratejisi oluşturmasıdır. Ülkelerin kendi bütünlüklerini, kendi güvenliklerini başkalarına ihale ederek, başkalarıyla pazarlık konusu ederek sağlayamayacakları çok açıktır. Bu iktidarın göremediğini millet bilmektedir ve bu çerçevede kararlı iradesini ortaya koyacak mekanizmalar, yöntemler demokratik rejimimizin içinde mevcuttur.

 

 

Hiç kimse unutmamalıdır ki, Türkiye bu bölgeyi yüzyıllarca barış içinde idare etmiş bir ülkedir.

 

 

Irak'a ABD öncülüğündeki uluslar arası güçlerin müdahale etmeye başlamasından sonra Türkiye Irak üzerindeki inisiyatifini yitirdiği yeni bir sürecin içine girmiştir. Bu şartları doğuran gelişmeler AKP hükümetinin kötü idaresi ve geleceği göremeyişinin bir neticesidir.Neticede Irak'ın toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini söyleyerek buraya gelen uluslar arası güç, orta vadede Irak'ın bölüneceği, hatta Ortadoğu haritalarının Türkiye'yi de içine alacak şekilde değişeceği ihtimalini serbestçe tartışabilme cüretini gösterebilmektedir. Irak'ın toprak bütünlüğü korunacak olsa bile bu gerçek anlamda üniter yapının korunması anlamına gelmeyecektir.

 

 

Irak'ta yaşanan savaş, sonrasındaki şiddet ve üç parçaya ayrılma süreci Türkiye'yi birçok bakımdan ilgilendirmektedir. Her şeyden önce komşusunda yaşanacak bu tür bir parçalanma bölgeye bir istikrarsızlık olarak yansıyacak, burada büyük güçlerin inisiyatifini artıracaktır. İkincisi, barış, demokrasi, karşılıklı işbirliğine dayalı bir politikayı takip etmekte bu parçalanmış yapı yeteri ölçüde verimli bir işbirliği sağlayamayacaktır. Üçüncüsü, Kuzey Irak'taki gelişmeler sonucunda burada etnik temelli bir siyasi yapının ortaya çıkması, Türkiye'nin kayıtsız kalamayacağı bir gelişmedir.

 

 

Kerkük Türkiye'nin özellikle duyarlı olduğu bir şehirdir. Kerkük'te 2007 yılında gerçekleşecek bir referanduma doğru gidilmektedir. Bu referandumdan bölge demografisinin gerçek durumunu elde etmek imkansızdır. Türkiye Kerkük'ün demografik yapısını değiştirerek orayı etnik devletin sınırları içine almak isteyen gelişmeler karşısındaki kararlı iradesini bugünden dile getirmeli, bu gelişmelere hiçbir hal ve şartta izin vermeyeceğini ortaya koymalıdır. Sadece tek başına bu konum dahi Türkiye'ye bölge üzerinde söz söyleme, oradaki gelişmeleri en rasyonel şekilde değerlendirme hakkını vermektedir. Dolayısıyla devletimizin bütün kurumlarıyla iktidarıyla muhalefetiyle milletimizin gösterdiği dirayeti yansıtacak bir tutarlılık ve bir kararlılık içinde olması, milli bir duruş sergilenmesi hayati derecede önemlidir.

 

 

Ermeni Sorunu

 

 

Mukatele başka bir şey, soykırım başka bir şeydir.

 

I. Dünya Harbi sürecinde Türkler ve Ermeniler arasında karşılıklı kıtal yani mukatele yaşanmıştır. Ama Yüzyıllarca barış içinde, bir arada, kardeşçe yaşayabilmiş toplulukları, Osmanlı'nın “tebaa-i sadıka” diye şerefli bir yerde gösterdiği Ermeni topluluklarını Osmanlıya ve Türklere karşı katliama sevk eden yine Batının kışkırtıcılığıdır.

 

 

Ortadoğu'da rolü ve etkinliği istenmeyen Türkiye'nin içine doğru büzülmesi için bir toplu harekat başlatılmıştır. Türk kamuoyunun, Türk siyasetçisinin dikkati Irak'tan, Suriye'den, Ortadoğu'dan alınıp Ermenistan'a ve kendi içine doğru çekilmek istenmektedir. Fransa'nın Türkiye'yi bir 'soykırım' tartışmasıyla karşı karşıya getirmesinin arkasında yatan amaç uluslararası ilişkilerde Türkiye'yi inisiyatifsiz bir konuma itme çabasıdır.

 

 

Bu oyun rollerin paylaşıldığı bir oyundur.

 

 

Ermeni sorunundan bahsederken dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri de diaspora ile Ermenistan'ı birbirinden ayırmaktır. Türk siyasetçisinin sakin, soğukkanlı olması, resmin tamamını görerek asıl bağların, arka plandaki siyasetlerin ve hesapların üzerine kendi stratejisini oluşturması lazımdır. Prensipte  Ermenistan ile ilişkileri her yönde geliştirmeye odaklı, pozitif yönde değer ve katkı yaratmayı ortaya koyacak, dönüp geçmişin kavgasını yapmayacaktır. Meselenin o boyutu tarihe ve tarihçilere bırakılması gereken bir konudur. Günümüz politikalarının oluşturulacağı zemin bugünün şartları, ilişkileri ve mümkün ortak çıkarlarıdır. Türkiye bu yaklaşımını herkese, tüm dünya kamuoyuna dik durarak, açıkça ortaya koymalıdır.

 

 

Küresel Terör

 

 

İslami terör olamaz, İslamı kullanan terör olur.

 

İslam şiddet üreten bir din, kültür değildir. Küresel terör denen şiddeti üreten doğrudan küresel sistemin çarpıklığıdır.

 

İslami terör denildiğinde bunun öncelikle Filistin, Irak, Balkanlar ve nihayet Kafkasya kökenli olduğunu görüyoruz. Bu alanlar küresel güçlerin, çıkarları istikametinde, orada yaşayan insanların iradelerini, reylerini hiçe sayarak düzenlemeye kalkıştıkları alanlardır. Bu coğrafyalar üzerinde yer alan ülkeler bir yandan demokrasi, insan hakları, hukuk devleti yapıları çerçevesinde halk temelli dönüşümlere açılırken, diğer yandan sorunların adalet ve hakkaniyet çerçevesinde çözülmesi terörizmin kaynağını kurutacak, maceracılara da fırsat vermeyecektir.

 

 

Terörden uzun yıllar çekmiş bir ülke olarak terörün ve şiddetin bir araç olarak kullanılmasına Türkiye her zaman karşı çıkacak, kaynağı, iddiası, hedefi ne olursa olsun şiddetin her tür biçimini ret edecektir. Partimiz özgürlük ve refahın yayılmasının, küresel düzende ekonomik kaynakların adaletle bölüşülmesinin evrensel bir sorun olan terör belasının en büyük panzehiri olduğunu bilmektedir. Türkiye terörle mücadeledeki tecrübesini büyük bir içtenlikle bütün dünya ile paylaşmaktadır. Bu bağlamda, dini motifli teröre kaynaklık eden olaylar konusunda akılcı siyasetler üreterek, şiddetin sorunların çözümünde hiçbir yere ve anlama sahip olmadığı konusunu ikna edici bir şekilde ortaya koyarak İslam dünyasına güçlü mesajlar verecek Türkiye, bu sorunun çözümünde de aktif rol üstlenebilir.


Yazarın Son Yazıları:
Herkes için eşit fırsatlar sunan Anayasa Mümkün mü ? Batsın bu dunya.
Bu kan durmalı; Çözüm önerim
CHP yenileştirmeci olmalıdır