28 Şubat darbesi, kırılma noktası oldu

28 Şubat darbesi, kırılma noktası oldu
18 Aralık 2014 09:22

28 Şubat darbesi sürecinde farklı pozisyonlar almış olmalarına rağmen kader birliği yapan AKP ile Cemaat geçmişe sünger çekerek yeniden ittifak içine girmişlerdi.

 

28 Şubat darbesi, şüphesiz ki Fethullah Gülen ve Necmettin Erbakan ya da Gülen Cemaati ile Milli Görüş arasındaki husumetin en büyük kırılma noktalarından birisi oldu. Hem Milli Görüş’e, hem de darbecilere destek vermesine rağmen Cemaat’e ağır darbeler indirilmişti. Böylece, rejim için tehlike yarattığı düşünülen İslamcı iki ana gövdenin bertaraf edildiği sanılsa da Türkiye siyasi hayatında hedeflenenin tam aksi bir sonuç yarattığı birkaç yıl içinde ortaya çıktı. Farklı tutum takınan, darbenin kader ortakları süreçten daha güçlü olarak çıktıklarını kanıtladılar. 2002 yılı Kasım ayında yapılan seçimlerde Milli Görüş Hareketi’nden kopan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP güçlü bir iktidar olarak hükümete yerleşti. Erdoğan’ın 2007’de başlayan ikinci iktidar döneminde ittifak kurduğu Gülen Cemaati’nin güvenlik bürokrasisi ve yargıdaki örgütlülüğüyle hayata geçirilen bir dizi siyasal dava aslında 28 Şubat’ın tek kaybedeninin darbeyi yapan ordu olduğunu da ortaya çıkardı. 28 Şubat darbesi sürecinde farklı pozisyonlar almış olmalarına rağmen kader birliği yapan Milli Görüş geleneğinden doğan AKP ile Cemaat’in geçmişe sünger çekerek 35 yıl sonra yeniden ittifaklarını sağlayan da yine ordu oldu.

 

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilmesiyle başlayan gerginlik sürecinde, 27 Nisan e-muhtırasıyla askerin bir kez daha siyasete müdahil olma arzusu ikilinin ittifakını sağladı.

 

Güvenlik bürokrasisi ve yargıda örgütlü Cemaat kadrolarının AKP’nin siyasal desteği ve onayıyla başlatılan Ergenekon sürecindeki komplolarla örülü davalarla ittifakın “doğal düşmanları” bertaraf edildi. AKP’yi ve Cemaat’i gücünün zirvesine ulaştıran bu dönemde aykırı her ses tutuklanma ya da haysiyet suikastlarıyla susturuldu.

 

İlk kırılma Mavi Marmara katliamı

 

Ancak ikili arasında kamusal alanda da görünür olan ilk çatlak Milli Görüş geleneği ile Fethullah Gülen Cemaati arasındaki en önemli farklılıklardan birisi olan İsrail politikalarına yönelik yaklaşımla ilgiliydi. Bu yaklaşımdaki farklılık, 31 Mayıs 2010’da gerçekleşen Mavi Marmara katliamı olarak bilinen ve Türkiye vatandaşı 9 kişinin İsrailli komandolar tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan olay sonrasında net olarak kendini gösterdi. Katliamla ilgili Erdoğan, İsrail’i devlet terörü yapmakla suçlarken, Gülen ise ABD gazetesi Wall Street Journal’e yaptığı açıklamada, İsrail’le uzlaşılmamasını eleştirmiş ve AKP’nin yol verdiği İHH’nin İsrail’in onayı olmadan yola çıkmasını otoriteye başkaldırı olarak nitelemişti.

 

Devlet içi kriz: MİT soruşturması

 

Her türden muhalefetin ezilip, adeta yok edilmesinin ardından iktidarı paylaşan güçler olan AKP ve Cemaat arasındaki geçmiş husumetler bu kez de devlet gücünün paylaşımı nedeniyle yeniden ortaya çıkacaktı. 7 Şubat 2012’de MİT krizi diye adlandırılan soruşturmanın hedefi dönemin Başbakanı Erdoğan’dı. Oslo’da PKK yöneticileriyle yürütülen görüşmelerin kayıtları, Kürt haber sitesi Dicle Haber’in internet sitesine bilgisayar korsanlığı yoluyla yüklenince savcılık harekete geçmişti.

 

Görüşmelere katılan üst düzey teşkilat mensupları hakkında açılan soruşturmada müstakbel MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da aralarında bulunduğu beş üst düzey yönetici ifadeye çağrılmıştı. MİT soruşturması bir dizi yasal değişiklikle savuşturuldu. Soruşturmanın ardındaki güç olan Cemaat’le bağlantılı oldukları düşünülen İstanbul’da görevli üst düzey polisler de görevlerinden alındı. Bu soruşturma Cemaat’in MİT’i hedef aldığını açığa çıkaran en büyük olaydı. Ancak emareleri Ergenekon sürecinde ortaya çıkmıştı. Kuşkulu davalara eklemlenen birtakım MİT’çiler üzerinden teşkilatın kriminalleştirilmesi süreci zaten başlatılmıştı. Polis ve yargıda azımsanmayacak bir gücü olan Cemaat, muhtemel ki Türkiye’nin karakutusu olan MİT’in arşivini ele geçirmeye çalışıyordu. Kamusal alana taşan bu ilk kırılma etkileri açısından Milli Görüş’ün devamı olan AKP ve Gülen Cemaati arasında 28 Şubat’tan daha büyük bir çatlağa yol açtı. Ancak taraflar birbirlerine uzattıkları barış çubuklarını geri çevirmeyerek kamuoyuna uzlaşmışlar görüntüsü verdi.

 

Dershaneler cephe savaşı

 

Cemaatçilerin kamu bürokrasisinden tasfiye edildikleri iddiasıyla yaşandığını belirttikleri MİT krizinin ardından ikiliyi savaş alanına taşıyan olay ise hükümetin dershaneleri kapatmak istemesi oldu. Hem insan hem de para kaynağı olarak Cemaat’in en önem verdiği alan olan dershanelerin kapatılmak istenmesine karşı Zaman gazetesinin başlattığı ve hareketin diğer medya organlarının da katıldığı yayınlarla açıktan açığa bir savaş başlamış oldu. AKP medyasının da cepheye sürülmesiyle 17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar uzanan süreç de başlamış oldu. Liderlerin demeçleri ve medyalarının tetikçiliğiyle giderek büyüyen savaşta eleştiriler karşılıklı hakaretlere kadar uzandı. Cemaat’e yakın olarak bilinen AKP milletvekilleri Hakan Şükür ve İdris Bal partilerinden istifa ettiklerini açıkladı. Daha sonraki süreçte de istifacıların sayısı toplamda dokuza çıktı.

 

17 ve 25 Aralık meydan muharebesine döndü

 

Giderek sertleşen savaş 17 ve 25 Aralık’ta yapılan yolsuzluk operasyonlarıyla bir meydan muharebesine döndü. İlk operasyonda çocukları üzerinden bakanların adlarının geçtiği rüşvet, yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarının ikinci dalgasında ise bu kez Erdoğan hedefteydi. Hükümet, polis teşkilatını dağıtarak, soruşturmada görevli yargı mensuplarını görevden alarak, mevzuat ve yasaları değiştirerek soruşturmaların önünü kapattı. Tarafların birbirlerine yönelik suçlamalarının hakaret ve beddua etmeye kadar uzandığı süreç içinde üzerinde en çok konuşulan konular ise internet üzerinden sızdırılan ses kayıtları oldu. Soruşturma fezlekelerinde öne sürülen iddialara ilişkin konuları da içeren 150’nin üzerinde telefon konuşması sosyal medya üzerinden dolaşıma sokuldu. AKP-Erdoğan öncülüğünde yolsuzluk ve rüşvet iddialarını “yalan”, kanıt olarak sunulan telefon konuşmalarını “montaj ve dublaj”, operasyonları da “darbe girişimi” savunmalarıyla göğüslenen soruşturmalar, yeni görevlendirilen savcılar eliyle de takipsizlik kararları verilerek yargısal açıdan da bu savunmalara uygun biçimde kapatıldı.

 

Yolsuzluk soruşturmaları sürecindeki en önemli gelişmelerden biri de Suriye’deki iç savaşta rejim karşıtı cihatçı örgütlere silah ve mühimmat götüren MİT TIR’larına düzenlenen operasyonlardı. 1 Ocak 2014’te ilk önce Hatay’da birkaç hafta sonra da Adana’da durdurulan, MİT görevlilerinin refakat ettiği TIR’larda çok sayıda silah ve mühimmat bulunduğu kayda alındı. Ancak “devlet sırrı” denilerek kapatılan bu operasyonlar da görev alan askerler hakkında ise “casusluk” iddiasıyla dava açıldı. Cemaat’in yargı teşkilatında en örgütlü olduğu yer olan özel yetkili mahkemeler de yapılan bir yasa değişikliğiyle kaldırılırken bu mahkemelerde görevli hâkim ve savcılar da tayinlerle pasif görevlere atandı. Azami tutukluluk sürelerini de 5 yılla sınırlayan bu yasa değişikliğiyle tartışmalı Ergenekon ve Balyoz davalarının hapishanede bulunan sanıkları da tahliye edildi. Ardından, hükümetin desteğini alan Cemaat’in bulunduğu komplo davalarının sanıklarının boşalttığı Silivri Cezaevi’ne ise bu kez de tuzakları hazırladıkları öne sürülen ve cemaatçi oldukları öne sürülen polisler konulacaktı.

 

Cemaat’e operasyonlar…

 

Gülen Cemaati’nin Emniyet içindeki üst düzey kadrolarını dağıtmak, böylece alt kadrolara da korku salmayı amaçlayan AKP hükümeti, yıllardır eleştiri konusu yapılan usulsüz dinlemelerle ilgili soruşturmaları başlattı.

 

14 ayrı operasyonda ikisi meslekle ilişkisini kesmiş toplam 301 polis gözaltına alındı. Bir kısmı tutuklandı. Süreç içinde tahliye olanlardan sonra, 50 civarında polis usulsüz telefon dinleme ve casusluk suçlamalarıyla halen tutuklu bulunuyor. Açılan idari soruşturmalar sonucu, usulsüz telefon dinlemeleri nedeniyle 155 polis de meslekten ihraç edildi. Ancak bu soruşturmalarda da AKP’nin niyetinin suçu tespit edip suçluyu soruşturmaktan ziyade kendisinin hedef alındığı operasyonları yürütenlerden intikam alma amacı taşıdığı ortadaydı.

 

Neredeyse ülkenin tamamı, yasal görünümlü hukuksuz bir dinleme ağıyla kuşatılmışken sadece doğrudan AKP’nin usulsüzlüklerine dair çalışmalar yapılan kentlerde soruşturma yapılması niyeti belli ediyordu. Bu nedenle ilk olarak da AKP’yi hedef alan operasyon ve soruşturmaların yaşandığı kentlere öncelik verildi. İlk soruşturma MİT TIR’larına operasyon düzenleyen Adana’daki polislere yönelikti. Ardından 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının merkezi konumundaki İstanbul ve Ankara ile, TCDD Liman İşletmeleri’ndeki usulsüzlükleri soruşturan İzmir’deki polisler hakkında usulsüz dinleme soruşturmaları açıldı.

 

İlk yolsuzluk soruşturması AKP’yi hedef alan ilk yolsuzluk soruşturmalarından biri olan Mersin’de GDO’lu pirinç operasyonunu yapan polisler de bir başka dinleme soruşturmasının şüphelisi oldu. Kilis, Antalya, Kocaeli, Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne’de aynı suçlamalarla benzer soruşturmalar açıldı. Erdoğan’ın Başbakan olduğu dönemde çalışma ofislerinde bulunan ve “böcek” denilen dinleme cihazlarıyla ilgili olarak da bir grup polis hakkında ayrı bir dava açıldı. Fethullah Gülen’e “örgüt kurucusu ve yöneticisi” suçlaması yöneltilen ve “darbe yapmak” iddiasıyla açılan ana soruşturma ise Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülüyor.

 

Usulsüz dinleme iddialarıyla açılan soruşturmalarda, müfettiş raporlarının ortaya koyduğu tespitler, iddia edilen suçlamalara yönelik herhangi bir tartışmaya yol açmadı. Ancak yolsuzluk operasyonlarının yıldönümünden kısa süre önce 14 Aralık’ta yapılan ve aralarında gazeteciler ile dizi yapımcısı, oyuncuları ve senaristlerinin de aralarında bulunduğu bir grup şüphelinin gözaltına alınması büyük tartışma yarattı. Gazeteciler Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’nın, yöneticisi oldukları gazete ve televizyon kanalında yapılan yayınlar nedeniyle suçlanması bir kez daha basın özgürlüğü tartışması yarattı.

 

Cemaat medyası yöneticileri, Ergenekon sürecindeki yayıncılık anlayışı nedeniyle haklı eleştirilerin merkezine yerleşirken bu tartışmalardan doğan kamplaşmayı kullanan iktidar medyası ise geçmişte olduğu gibi gazetecilik faaliyetlerini kriminalleştirme yolunu seçti.

 

Kaynak: Ahmet Şık/Cumhuriyet