Köydeki açık hava söyleşileri

Köydeki açık hava söyleşileri
14 Mart 2015 07:30

Bir  Öykü 2  (Bu öyküdeki kişiler gerçek, diğer unsurlar kısmen kurmacadır.)

 

azızz

 

Aziz ÇATALPINAR H&H YORUM

 

Yılın hangi mevsimi olursa olsun; ister kış, ister baharlar, ister yaz; yılın hiç bir ayı ya da mevsimi, bu toplantıların yapılmasına engel değildir.

 

Olamaz da zaten.

 

Açık havada yapılan bu sohbet toplantılarında tek şart havanın açık olması yani, havanın bu toplantıların yapılmasına engel teşkil edecek bir durum arz etmemesi.

 

Bu tür olumsuz bir hava örneğine; yaz ve baharlarda yağmurun yağdığı bir günü ve kış mevsimindeki havanın fırtınalı olduğu bir başka günü örnek verebiliriz. Olumsuz havanın olmadığı hangi gün olursa olsun gerek Cabbar’ın dükkanının önünde, gerek Emrah’ın dükkanının önünde ve gerekse Penek’li Hasan’ın evinin önünde bu türden açık hava toplantılarına mutlaka şahit olunur. Bu toplantıların belli zamanları vardı. Baharlarda ve yazın insanlar tarımcılıkla uğraştıkları için genellikle akşam vakti gerçekleşir bu toplantılar. İnsanlar, tarladan çayırdan akşam eve döndüklerinde birtakım ihtiyaçlarını giderdikten sonra mutlaka bu toplantılara katılırlar. Bu toplantılara katılmak gibi bir devam zorunluluğu da yoktur aslında. Bu katılım insanların içinden gelen bir şeydir.

 

Kışın ise her an gerçekleşebilir bu toplu söyleşiler. Her an dediğim de havanın müsait olduğu her andan bahsediyorum. Kış aylarında köylünün belli başlı birkaç iş dışında yapacağı başka bir işi yoktur.

 

Bu belli başlı işlere, hayvan bakımı ve bacanın* karını kürüme gibi işleri, bu belli başlı işleri örnek verebilirim.

 

Bu açık hava sohbetlerinin beni en çok mutlu edeni, köyün ileri gelen yaşlılarının katıldığı toplantılardır.

 

Zaten çocukluğumdan beri en sevdiğim şeylerden birisi de, yaşlı, saygıdeğer bu insanların sohbetlerine katılıp, onların anlattığı değişik konularla ilgili söylediklerini dinlemektir.

 

Yine karın, toprak ananın üzerinden henüz kalktığı, kar çiçeklerinin kırları süslediği, sokaklarda dünyayı keşfe çıkmış yeni doğan kuzuların meleştiği, dere çayının eriyen kar nedeniyle de coşkun coşkun aktığı bir bahar akşamıydı.

 

Babamla çiftten geldik. Öküzleri açıp içeri aldıktan sonra giysilerimizi değiştirip ayaklarımızı ve elimizi yüzümüzü yıkayarak, anamın hazırladığı sofraya oturup karnımızı doyurduktan sonra babam evdeki diğer işlerle ilgilenmeye devam ederken ben, Adogil’in evlerin yanından geçen her zamanki yolumdan Cabbar’ın dükkanına gitmek üzere evden çıktım. Cabbar’ın dükkanına girmeden önce dükkanın önünde, oranın her zamanki müdavimi olan ve benim de sohbetlerine ve arada bir de olsa kendi aralarında nadiren yaptıkları şakalarına bayıldığım Beyzade dayı, Hasret dayı, Nezo dayı, Memoş dayı, Nebi dayı, Mato Hüseyin dayı, Kale Hüseyin dayı, Elogilin Halil dayı, Çilogilin Alişan enişte ve Murtaza enişte sohbet ediyorlardı. Bu birliktelik tam bana göreydi. Doğal olarak bakkala girmedim ve bakkalın önündeki taşlardan birine oturup onların sohbetlerine katıldım.

 

Bana, dünyanın en çağdaş ülkelerinin birisinden bu sayıda bir insanı getirip aynı şekilde oturtup sohbet ettirin, getirdiğiniz bu insanların sohbeti nitelik olarak, her biri bir ayaklı kütüphane olan bu köylülerimin sohbetinden daha dolu, daha teknik, daha medeni olamaz kesinlikle.
Ben bu güzel insanları dinlerken kendimi canlı, sesli bir kütüphanede hissettim.

 

Bu sohbette büyük dedem Ahmet’in, Ermeniler tarafından esir alındığını ilk defa Emrah Kaya’dan duydum.

 

Emrah Kaya olayı özetle şöyle anlattı:

 

Ermenilerin, köyümüzü basıp dokuz kişiyi Sarıkamış’a götürerek işkence yaptıklarını, bu dokuz kişinin içinde büyük dedem Ahmet’in de bulunduğunu, esir alınan bu dokuz kişiden sekizinin tekrar köye döndüğünü, içlerinden köylümüz Molla Musa’nın oğlu Bayram’ın dövülerek öldürüldüğünü, sanki o günleri yaşıyormuşçasına heyecanlı bir üslupla dile getirdi.

 

Yapılan sohbette büyük dedem Ahmet’in bir vesileyle adının geçmesi, bu sohbeti benim için özel kıldı.

 

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.

 

Çünkü onların anlattığı her şey, içinden çıktığım toplumun tarihi ve kültürüydü.

 

Bu tarih ve kültürü içeriğini birinci ağızdan duymak benim için çok özel bir önem taşıyordu.

 

Yani paylaştığım bu ortam, bir bakıma canlı bir kütüphaneydi. Bir, açık hava kütüphanesiydi.

 

Tarih kokuyordu, kültür kokuyordu bu ortamdan. Bu anlar benim için eşsiz anlardı.

 

Mutluluğu ve hüznü birlikte yaşıyordum. Mutluydum, çünkü; önemli bir bilgiye ulaşmıştım.

 

Hüzünlüydüm, çünkü; dedeme ve insanlara yapılan zulmü birinci ağızdan duymuştum.

 

Zaman, akşam olduğu için hava serindi ama onlar sayesinde sohbet mekanı sıcak, sımsıcaktı.

 

Açık hava olduğu için etrafta ilkbaharın kokusu vardı ama o güzel insanlar sayesinde, her birinin canlı bir kütüphane olduğuna inandığım bu insanlar sayesinden sohbet ettiğimiz bu mekan tarih kokuyordu, kültür kokuyordu, medeniyet kokuyordu, insanlık kokuyordu adeta.
İşte beni bu toplantılara çeken asıl neden de bu koku ve bu kokunun niteliği idi. Ben, o gün gözlerinde kalın siyah gözlüğü ve omuzlarına attığı kalın paltosu olan Hasret amcayı da; ceketini omzunun tekine atarak okey oynayan Mato Hüseyin amcayı da; paltosunu omzuna atıp evin damında ağzında sigarasıyla duran Beyzade dayıyı da; sırtında paltosu, ağzında ağızlıklı sigarasıyla Memoç enişteyi de; sırtında boz paltosu acil bir işi varmış gibi yürüyen Nebi dayıyı da; ağzında ağızlıklı sigarasını ağzının bir tarafına almış sigara içerken bir taraftan da akranlarına küçük taş atarak şakalaşan Elogilin Halil dayıyı da; ıslık çalarak dolaşan Çilogilin Alişan enişteyi de; ağzından hiç sigarası eksik olmayan ve birileriyle hep yüksek sesle tartışır gibi konuşan Kale Hüseyin dayıyı da; az konuşan ve kağıt oyunlarında Emrah dayının ezeli rakibi olan Murtaza enişteyi de; iyi yürekli, yardımsever Emrah dayıyı da: tarih, kültür, medeniyet ve insanlık kokan tüm bu kokularıyla sevip dinledim o akşam serininde hiç üşümeden.

 

Ertesi gün açık hava toplantısına geç kalmıştım. Cabbar’ın dükkanında birazcık oturup zaman geçireyim, dedim.

 

Ben dükkana girdiğimde Mato Hüseyin amca, Nezogilin Bayram abi, Palabıyık Halit’in oğlu Kemal abi ve Mollagilin Kot Binali okey oynuyorlardı. Yanlarına oturup oyunu izlemeye başladım.

 

Bu bahsettiğim oyun, zaman geçirmek üzere bir eğlence sayılır. Asla kumar değildir. Mato Hüseyin amca ve Bayram abi sözde ezeli rakiplerdir.

 

Oyun özellikle ikisinin arasında çok iddialı geçti. Oyunda, Mato Hüseyin amca oyunu kaybetti.

 

Sıra oyunda ortaya konan bir kilo elma iddiasına geldi:

 

Bayram abi (Mato Hüseyin amcaya hitaben)

 

–Hadi bir kilo elmamı al.

Mato Hüseyin amca: (Bakkal Cabbar’a hitaben)

 

–Ola buna bir kilo kırmızı hava ver.

Mato Hüseyin amca’nın bu sözlerine sinirlenen bakkal Cabbar, oyunun bitmesinin ardından bakkalı kapatmak için hazırlanırken biz de evimizin yolunu tuttuk.

 

Gerçek şu ki; Mato Hüseyin amca oyunu hangi iddiayla oynarsa oynasın ister elma, ister başka bir şey, kaybettiği zaman galip gelene hep ‘kırmızı hava’ verir, bu akşam olduğu gibi.
_________________________________________________________________________
*Baca:Çatısı olmayan evin damı
Not:Hikayede adı geçen bazı kişilerin, köyde aynı isimdeki diğerleriyle karıştırılmaması için isimlerinin başına lakaplarını da ekledim. Lakaplarını eklediğim değerli insanların yakınlarının. beni hoş göreceklerine olan tam inancımla aramızdan ayrılanları saygı ve rahmetle anıyorum.

14/03/2015
Aziz ÇATALPINAR


Yazarın Son Yazıları:
Arpa ancak orağa geldi
Bizim diyarlarda Haros zamanı
İbogil’in küçük odasında sıkışıp kalan yaşam ve hayaller