Türkiye coronavirüs aşı ve ilacı üzerinde araştırmalara hız vermelidir

Türkiye coronavirüs aşı ve ilacı üzerinde araştırmalara hız vermelidir
4 Nisan 2020 17:57

Ülke olarak yetersiz ama gerekli önlemlerin bir kısmı Coronavirüs ile ilgili olarak alınmaya başladı ama esas çözümün milli aşı ve milli ilaç keşfi ile ilgili olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir.

 

 

Dr. İbrahim ÖZDOĞAN H&H YORUM

 

 

Geçenlerde Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın bu konu ile ilgili olarak Coronavirüse karşı 7 aşı ve 7 ilaç üzerinde çalışmaya başlandığını iletişim kanallarından bizzat görüntülü bir şekilde duydum.

 

 

Eğer halka karşı bu konuyu siyasal argüman olarak kullanmıyorlarsa gerçekten sevindirici bir haber.

 

 

Öncelikle şunu belirteyim ki, aşı ve ilaç geliştirme ve üretme konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti son derece yeteneklidir.

 

 

Bunun iki nedeni vardır.

 

 

Bunlardan birisi nedenini aşağıda açıklayacağım gibi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yüksek dehası nedeniyle akıl ve bilime verdiği üstün nedenler ile yakın tarihimizde bu konuda ve tıp, eczacılık alanlarında yapılan modern yeniliklerdir.

 

 

Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan çıktıktan sonra Türk halkının bazı hastalıklardan kırıldığını görünce daha 1928 yılında Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsünü kurarak başta verem olmak üzere virüslerle bulaşan bütün hastalıklara karşı aşı geliştirmiş ve üretmiştir.

 

 

Bu bağlamda olmak üzere yaşı müsait olanlar Verem Savaş Dispanser’lerini çok iyi anımsayacaklardır.

 

 

Çünkü bu da Atatürk’ün yapıtıydı, kurumun adından da algılayacağımız gibi hastalıklara karşı bir savaş başlatılmıştı.

 

 

Hepimiz okul sıralarında Atatürk’ün kurduğu Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün ürettiği her çeşit aşı ile aşılandığını hiçbir zaman unutmadık ve bu aşıların izleri kollarımızda hala daha durmaktadır.

 

 

AKP iktidarının Atatürk’ten adeta öç alırcasına kapattığı Hıfzıssıhha Enstitüsü nedeniyle Türkiye bu konuda çok önemli bir deneyime sahiptir ve bu deneyimden yararlanılması gerekmektedir.

 

 

Diğer tarihsel neden olarak ve çok önemlidir, şunu açıklamak istiyorum.

 

 

Biz ‘’Eczacılık Fakültesi’’ son sınıfta okuduğumuz ‘’Eczacılık Tarihi’’ derslerinde ve hocamızın anlattıklarından şunu çok iyi biliyoruz.

 

 

5 Mart 1933 yılında Hitler Almanya’da iktidara geldikten sonra Yahudi kökenli halka zulmettiği gibi üniversitelerinde hocalık yapan Yahudi profesörlerine de şiddetli bir şekilde zulmediyor.

 

 

Hitler’in iktidarı ile birlikte ülkeden sadece Yahudiler kaçmıyor, Yahudi kökenli profesörler ve bilim adamları da kaçmağa başlıyor.

 

 

Yüce Atatürk bu durumu değerlendiriyor ve Yahudi profesörleri Türkiye’ye davet ediyor.

 

 

Hitler’in zulmünden kaçan Yahudi kökenli profesörler bu daveti kabul edip Türkiye’ye geliyorlar.

 

 

Bu arada gelen Yahudi profesörlerin kattıkları ivme nedeniyle Atatürk ‘’Üniversite Reformu’’ yapıyor ve ilk defa olarak Türk üniversiteleri Batılı anlamda modern/laik eğitim kurumları haline geliyor.

 

 

Atatürk Yahudi bilim adamlarından iki şey istiyor.

 

 

Bunlar üniversite öğrencilerine Türkçe olarak ders anlatılması ve Türkçe ders kitapları yayınlanmasıdır.

 

 

Yahudi profesörler gerçekten zekalarının eseri olarak kısa sürede Türkçeyi öğrenip kendi dilimizde ders anlatmaya başlıyorlar.

 

 

Her alanı ilgilendiren bilimler konusunda gelen Yahudi bilim adalarından bir kısmı da tıp ve eczacılık profesörleriydi.

 

 

İşte bugün Türk doktorlarının çok bilgili ve dünyada başarılı olmalarının esas nedeni Hitler’in zulmünden kaçan Yahudi profesörlerdir.

 

 

Yani bu yüksek başarının temelini onlar atmışlardır ve böylece geldiğimiz nokta itibariyle Türkiye sathına yayılır hale gelmiştir.

 

 

Eczacılık alanında da gelen Yahudi kökenli profesörler gerçekten bu bilim dalını da kaliteli, modern ve laik düzeye getirmişler, Türkiye’de laboratuvar kurup ilaç üreten bilgili eczacılar yetiştirmişlerdir.

 

 

Bildiğiniz gibi Türkiye’ ilaç sanayii Cumhuriyet yönetiminin yaptığı eğitim reformları ile çok gelişmiştir ve kesinlikle bunun nedeni Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’ye davet edip üniversitelerde ders verdirdiği Batılı bilim kafası taşıyan Yahudi kökenli profesörlerdir.

 

 

Bu tarihsel olayı yazmamın nedeni Yahudi kökeni profesörlerin yetiştirdikleri doktor ve eczacılara bilgi bakımından güvenilmesini sağlamak içindir.

 

 

Elbette Yahudi bilim adamlarının yetiştirdikleri doktor ve eczacıların bir kısmı rahmetli, bir kısmı da yaşlılıktan dolayı sahada yoklar ama onların yetiştirdikleri hocaların öğrencileri bugün iş başındalar ve onların tıp ve eczacılık bilimine kattıkları değerler bütün görkemiyle ortadadır, çoğalarak devam etmektedir.

 

 

Bu iki nedenden dolayı yani Türkiye’nin aşı üretme deneyimi ve Yahudi profesörler nedeniyle Batılı kafada doktor ve eczacı yetiştirdiklerinden dolayı hiçbir komplekse kapılmadan Coronavirüs ile ilgili ilaç ve aşı keşfi ve üretimini yapabileceğini anlatmak içindir.

 

 

Ama burada bir hususu anımsatmak istiyorum.

 

 

O da Coronavirüs ile ilgili olarak ilaç ve aşı üretiminde eczacılık fakültesi hocalarını işin içine katmadan bunu başarmak olası değildir.

 

 

Özellikle eczacılık fakültelerinde ana bilim dalları olarak okutulan ‘’Farmasötik Kimya ve ‘’Farmakognozi’’ profesörlerini işin içine katmak gerekiyor.

 

 

‘’Farmasötik Kimya’’ eczacılık fakültelerinde 6 dönem okutulur ve ilaç kimyası anlamındadır ki, doğrudan ilaç hammaddesi ile ilaç üretme, sentez etme bilimidir, ‘’Farmakognozi’’ ise 4 dönem okutulur ki, ilaç bitkilerinden ilaç ve ilaç hammaddesi üretme, sentez etme bilimidir.

 

 

Başarılı bir şekilde Coronavirüs ilaç ve aşısı bulmak ve üretmek için enfeksiyon hastalıkları, mikrobiyoloji, farmakoloji profesörlerinin yanında muhakkak yukarıda bahsettiğim farmasötik kimya ve farmakognozi profesörlerinin de olması, birlikte çalışması gerekmektedir

 

 

 

 

Bu dallardaki profesörlerden ‘’Coronovirüs Aşı ve İlaç Üretme Bilim Kurulu’’ kurularak çalışmaların yapılması kısa sürede sonuca götürecektir.

 

 

Dikkate almasa bile Hükümet’in önüne bir yol haritası koydum ve Türk biliminsanlarına yukarıda sıraladığım nedenlerden dolayı güvenmeleri gerektiğini anımsattım.

 

 

RECEP ERDOĞAN’IN MİLLİ DAYANIŞMA MASALI VE ATATÜRK’ÜN TEKALİF-İ MİLLİYE KARARI

 

 

Recep Erdoğan dün akşam alınan kararlarla ilgili olarak basın toplantısında kendisinin oluşturduğu Milli Dayanışma Kampanyası’nı eleştirenleri ağır bir şekilde suçlarken Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtuluş savaşından önce oluşturduğu Tekalif-i Milliye programını gündeme getirerek ikisini özdeşleştirme yoluna giderek milletin aklıyla adeta alay etmiştir.

 

 

Şimdi iki programı birlikte karşılaştıralım.

 

 

Gazi Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nı yaparak yurdumuzu düşmanlardan temizlemek için canhıraş bir şekilde çalışmaktadır.

 

 

Fakat 1.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış bir Osmanlı Devleti ellerindeki bütün olanakları düşmanlara kaptırmış, elde avuçta hiçbir şey kalmamıştır.

 

 

Savaşılması ve topraklarımızın kurtarılması gerekmektedir.

 

 

Bunun için de silahlar, makinalar, askere yiyecek ve içecek, Türk ordusunun emrinde çalışacak ustalar, binek arabaları, taşıtlar vesaire gerekmektedir.

 

 

Çünkü bunların temin edilmesinin tek adresi topyekun Türk halkıdır, hiçbir yerden yardım gelmesi olanaklı değildir.

 

 

İşte Atatürk 7-8 Ağustos 1921’de Tekalif-i Milliye’yi ilan ediyor ki, ulusal yükümlülük ve milli vergi anlamlarına gelmektedir.

 

 

Tekalif-i Milliye’nin maddeleri şunlardır:

 

 

1-Her ilçede bir tane Tekalif-i Milliye komisyonu kurulacak.

2-Halk elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek.

3-Her aile bir asker giydirecek.

4-Yiyecek ve giyecek maddelerinin yüzde 40’ına el konulacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

5-Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının yüzde 40’ına el konulacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

6-Her türlü makineli aracın yüzde 40’ına el konulacak.

7-Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının yüzde 2o’ssine el konulacak.

8-Sahipsiz bütün mallara el konulacak.

9-Halkın elindeki araçlar bir defa olmak üzere 100 km’lik mesafeye ücretsiz askeri ulaşım sağlayacak.

10-Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak.

 

 

Türk millet, yoklukla boğuşurken ve Atatürk üstüne hiçbir mal varlığı geçirmeden, milletin mal varlığını yandaşlara, yandaş müteahhitlere peşkeş çekmezken, milyonlarca Ortadoğu zibidisine yurdumuzu işgal ettirmemişken, sır banka hesapları ile dünyanın sayılı haramzede zenginlerinden olmamışken, ümmetçilik ilkel/arkaik düşünce ve inancıyla milletin servetlerini İslam coğrafyasına akıtmamışken, illa da yoklukların oluşmasında hiçbir suçu yokken savaşı kazanmak için oluşturduğu Tekalif-i Milliye koşulları kadar normal bir durum yoktur ve gerçekten milletimiz bu sıkıntılara seve seve katlanmış, Atatürk’ün peşinden gitmiştir.

 

 

Recep Erdoğan’ın ortaya attığı ve Tekalif-i Milliye ile özdeşleştirmeye çalıştığı Milli Dayanışma Kampanyası bir masaldan ibarettir.

 

 

Neden masaldan ibarettir?

 

 

Türk milletinin bütün mal varlıklarını yabancılara, yandaşlara, yandaş müteahhitlere peşkeş çek; yurt içinde 8 milyon Suriyeli ve Ortadoğuluyu besle, milletin parasını ümmetçilik ilkel inancıyla İslam coğrafyasına akıt, her şeyi bitir, sonrada halkın sırtına yüklen.

 

 

Nerede görülmüş böyle adalet, böyle yönetim; Cumhuriyet’in mal varlıklarını bile yandaşlara peşkeş çektiniz.

 

 

Nerede çimento fabrikaları, nerede, şeker fabrikaları, nerede Sümerbank’ın fabrikaları; tabii ki hepsi ve adlarını sayamadığım daha birçok üretim tesisleri yandaşlarda.

 

 

Ülkenin, derelerini, göllerini, nehirlerini, maden çıkarmak amacıyla ormanlarını bile yabancılara sattınız.

 

 

Siyasal istikbalinizin devamı adına küresel güçlerin isteklerini yerine getirerek tarımı yok ettiniz.

 

 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet sayesinde Türk milleti her türlü olanaklara sahip olmuştu ama bunları siz yandaşlara ve yabancılara peşkeş çektiniz.

 

 

Kurtuluş Savaşı öncesi Türk milletinin yokluğa duçar olması Atatürk’ün suçu değildi, onun için Tekalif-i Milliye koşullarını oluşturup savaşı kazanması çok normaldi.

 

 

Ama Türk milletini yokluğa, yoksulluğa götüren sizin icraatınız; hepsini yandaşların kasalarına akıttınız.

 

 

Yandaşlara akıttığınız Türk milletinin servetleri onların kasalarında, uhdelerinde bulunmaktadır.

 

 

Bu nedenle Coronavirüsün meydana getirdiği bu çok sıkıntılı dönemde yandaşlara yıllardır akıttığınız Türk milletinin paralarını, servetlerini geri alırsanız yoksul halkımızın kapılarını çalmaya hiçbir gereksinim kalmaz.

 

 

Devlet dilencilik yapmaz diyenlerin ifadelerini çirkinlikle itham etmek asıl çirkinliktir.

 

 

Türk milletinin tüm varlıklarını yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekip, sonra da milletten sadaka sadaka toplamak size göre çok güzel değil mi?

 

 

Yine dostça söylüyorum ki, lüzumsuz hava limanları, lüzumsuz köprüler vesaire yoluyla yandaş müteahhitlerin mal varlıklarının hiç olmazsa bir kısmına el koymadığınız taktirde iktidarınız bitecektir.

 

 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Tekalif-i Milliye icraatları nere, sizin Milli Dayanışma Kampanyası nere!

 

 

Biraz insaflı olmak gerekir.

 

 

RECEP ERDOĞAN NEDEN DİYANETİN KILDIRDIĞI SEMBOLİK CUMA NAMAZINI KILMIYOR?

 

 

Bildiğiniz gibi Coronavirüs nedeniyle camiler vakit namazlarına ve Cuma namazlarına kapatılmıştı.

 

 

Ama önceki hafta kaçak saray yerleşkesinde bulunan camide Cuma namazı kılındı.

 

 

Bu vesileyle camilerde her türlü virüsün ve bu arada Coronavirüs’ün nasıl bulaştığı ile ilgili olarak bundan önceki makalemde görüşlerimi paylaşmıştı.

 

 

Bu bağlamda olmak üzere başka insanların çorapları ile çiğnedikleri cami halılarının üstüne, diğer insanlar secde ederek virüsleri doğrudan bünyesine alıyor.

 

 

Bildiğiniz gibi secdede insanlar ellerini, alınlarını, burunlarını, dudaklarını virüslü halıların üstüne üstüne sürüyor, sonra da namazın peşinden dua kısmında ‘’amin’’ derken virüslü eller doğrudan yüze sürülerek ta ağzın içine kadar akıtılıyor.

 

 

Dünkü Cuma namazı da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanındaki Ahmet Hamdi Akseki camisinde kılındı.

 

 

Diyanet Reisi aldığı bir kararla her hafta sembolik olarak bir camide Cuma namazı kıldıracağını açıkladı ki bunun adına da İslam’da hiç yeri olmayan vatandaş namazı, millet namazı adını vermiş.

 

 

Coronavirüs ortamında, camiler yasak olmasına rağmen dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir zırcahillik yoktur.

 

 

Sadece kendileri tehlikeye maruz kalmıyor ‘’bulaş’’ yoluyla halkın sağlığını da tehlikeye atıyorlar.

 

 

Ama şuna eminim ki, bu sembolik Cuma namazı Recep Erdoğan’ın talimatıyla kılınıyor.

 

 

Recep Erdoğan’ın talimatıyla kılınıyor ama kendisini bu namazlarda hiç göremiyoruz.

 

 

Neden?

 

 

Recep Erdoğan Coronavirüs tehlikesinin ayırdındadır ve kendisini çok katı şekilde korumaya almıştır.

 

 

Peki Recep Erdoğan’ın her hafta bir camide Cuma namazı talimatı vermesinin sebebi nedir?

 

 

Kesinlikle dünyanın en karlı işi olan din ticaretidir!

 

 

AKP’nin oy tabanı büyük çoğunlukla cami cemaatine bağlıdır ve camiler bunlar için propaganda merkezleridir.

 

 

Dolayısıyla Coronavirüs nedeniyle cami ve Cuma namazlarından uzaklaşan AKP tabanına yönelik olarak bunu yapmaktadır.

 

 

Televizyondan da naklen yayın yaptırarak oy tabanını konsolide ediyor Erdoğan.

 

 

Recep Erdoğan asla propagandasız yapamaz, hatta ironik bir şekilde teşbih yaparsak o geceleri uyurken bile horlaması siyasal propagandaya yöneliktir.

 

 

Böyle sembolik Cuma namazı uygulaması karşısında Coronavirüs ile ilgili aldığı önlemlerin hiçbir önemi kalmamaktadır.

 

 

Böyle bir paradigma, böyle bir anlayış tüm insanlık Coronaviirüs ile savaşırken Recep Erdoğan siyasal istikbalinin devamı peşinde.

 

 

‘’Koyun can derdinde, kasap bıçak derdinde!’’

 

 

Ortadoğu ülkelerinde ve bu arada Hindistan’da camilere giden cahil kitleleri polisler sopalarla döverek dışarı çıkarıyorlar.

 

 

Cehaletin dünyadaki merkezi Suudi Arabistan Kabe’yi kapattı, bizim Diyanet hala daha gaflet uykusunda uyuyor.

 

 

Şunu da sosyolojik bir hipotez olarak ortaya atıyorum ki, Coronavirüs nedeniyle çok uzun zaman dilimi dünyada tüm dinlerin ibadethanelerinde toplu ibadet dönemi bitmiştir.

 

 

İnsanlık belki de toplu ibadeti yaşamda kalma adına gündeminden bile atacaktır.

 

 

İbadet ilişkileri ilelebet olarak belki de bireysel anlamda Tanrı ile kulu arasında olacaktır.

 

 

Son olarak şunu demek isterim ki Diyanet yetkilileri Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa bu uygulamadan vazgeçsinler, camilerde ‘’bulaş’’ yoluyla kapacakları virüsleri topluma bulaştırmasınlar.

 

 

 

Gerçekten bu durum kul hakkına girer ve katillik kadar günahı ağırdır!

 

 


Yazarın Son Yazıları:
Türk ordusunu taammüden mahvetti
Tayyip Erdoğan’a karşı tüm muhalefet partileri ortak demokratik milli mücadele başlatmalıdır
Fetö teröristlerine af isteyen ya gafil ya hain ya da kaset korkusu olan şerefsizlerdir!