Kıyamete bir kala: Küba füze krizi

Kıyamete bir kala: Küba füze krizi
22 Ekim 2014 09:35

Şu anda insanlığın yaratabileceği en ciddi krizi yaşamakta olduğumuzu belirtmezsem sizlere karşı samimi davranmamış ve doğru söylememiş olacağım.

 

 

Çağların IŞIK H&H YORUM

 

 
ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk bu açıklamayı Washington’daki yabancı ülke büyükelçilerine 51 yıl önce bugün yapmıştı.

 

 
Hakikaten de Soğuk Savaş ya da diğer ifadesiyle Dehşet Dengesi olarak adlandırılan dönemde yaşanan ve insanlık tarihinin en büyük felaketine neden olabilecek nükleer bir savaş riskinin ifadesidir Küba Füze Krizi.

 

 
1945 Mayısında Almanya’nın teslim olmasıyla Avrupa’nın geleceğini belirlemek üzere Yalta ve Potsdam konferansları toplanırken, doğuda Amerikan kuvvetleri ile savaşı kendi adalarında aynı kararlıkla yürüten Japon kuvvetleri hala savaşmaktaydı.

 

 
Büyük kayıplar vererek Japonya’yı ada ada işgal eden Amerikalılar, bir yandan askeri kayıplarına son vermek ve diğer yandan dünyaya ve özellikle de SSCB’ye mesaj vermek üzere, 6-9 Ağustos 1945 tarihlerinde iki Japon şehrine, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atarak onu kayıtsız şartsız teslim olmaya zorladıklarında, Eric HOBSBAW’ın ifadesiyle “liberal kapitalizm ile komünizmin geçici ve garip ittifakının” da bitişini ilan ediyordu.

 

 
Sosyalizmin geleceğinin bu tür nükleer silahlar edinmeye bağlı olduğunu düşünen Stalin’in beklemesi de uzun sürmeyecek ve SSCB 1949 yılında ilk başarılı nükleer testini yapmakla kalmayacak 1957 yılında uzaya gönderdiği Sputnik uydusuyla, uzay yarışında yalnız olmadığı mesajını verdiği Amerika’yı da şoke edecekti.

 

 
Dünya, sonraki on yıllar boyunca “dehşet dengesi” olarak adlandırılacak iki süper güç olan ABD ve SSCB’nin nükleer silah yarışındaki en tehlikeli virajıyla karşılaşacak, ABD’nin 1962 yılında Türkiye’ye yerleştirdiği nükleer başlıklı Jüpiter füzelerine karşılık SSCB’nin de Küba’ya yerleştirdiği nükleer başlıklı füzeler yüzünden, nükleer silahların kullanılacağı 3. dünya savaşı riskiyle karşı karşıya kalacaktı.

 

 
Sovyetlerin Almanları Doğu Avrupa’dan atarken, işgal etmiş olduğu toprakların büyük kısmından çıkmayarak, Avrupa’nın yarısında komünist hâkimiyet kurmasını Churchill “Kıta’yı boylu boyunca aşan bir Demir Perde indi” diye özetlemişti.

 
Bolşevik devriminin yapıldığı 1917 yılından beri bütün enerjisini rejimini güçlendirmeye harcayan Sovyetler, Avrupa ve hatta ABD bile 1929 büyük buhranıyla ekonomik çöküşün eşiğine gelirken, planlı kalkınma modeliyle ekonomisini güçlendirip hızla büyütmüş, dünyanın diğer ülkelerindeki komünist devrim çabalarına -ideolojik gerekçelerle de olsa- destek vermek bir yana şiddetle karşı çıkmıştı. Çin’deki komünist devrim ise Stalin’e rağmen başarılabilmişti.

 

 
2. Dünya Savaşında Hitler kendisine saldırana kadar girmemişti savaşa. ABD Japonya’ya karşı atom bombası kullandığında karar vermişti nükleer silah edinmeyi. NATO’ya ise Varşova Paktı ile cevap vermişti. Varlığının güvencesini, karşıtının gücünü dengelemek ve karşılık verme ilkesine dayandırıyordu ve insanlık tarihinin yarattığı bu en büyük krizde de yine karşılık veren taraf olacaktı.

 

 
Artık Süper Güç olarak çıktığı 2.Dünya Savaşında Avrupa’nın kalbine yerleşmesi ve Berlin’i işgal etmekte direnmesi Sovyetleri yayılmacılıkla suçlayan İngiltere’yi çok endişelendiriyordu. Ancak tek endişelenen İngiltere değildi. “…ABD gelecekte muhtemel bir Sovyet dünya üstünlüğünden endişelenirken, Moskova yerkürenin Kızıl Ordu’nun işgalinde olmayan bütün bölümlerinde fiili ABD hegemonyasından endişeleniyordu”.(E.Hobsbawn)

 
Özgür Dünyanın güvenliğinin Avrupa’nın özgür uluslarının güvenliği ile mümkün olabileceğine inanan İngiltere, Demir Perdenin arkasından yönelen tehdidi durdurmak için Kıta Avrupa’sından olmayan Amerika Birleşik Devletleri’yle ittifak oluşturmaya çalışıyordu. Ne var ki ABD’nin ikna edilmesi kolay değildi. Ne de olsa Amerikan kamuoyuna göre Avrupa devletleri tüm sorunlarını ancak savaşla çözüyorlardı ve ekonomileri iflasın eşiğindeydi. Ama ABD Başkanı Truman tamda bu nedenle, yani savaş yüzünden yıkıma uğrayan ve ekonomileri çöken Avrupa devletlerinin ABD olmaksızın SSCB karşısında dayanamayacağına inanıyor ve bunu ABD’nin öngördüğü dünya düzeni için tehlikeli buluyordu. Avrupa’nın savaş yıkıntılarından kurtulup ayağa kakması için ABD’ye ihtiyacı olduğunu düşünen Başkan Truman’a Amerikan kamuoyunu ikna edecek desteği işgal altındaki Berlin konusunda takındığı tavır sebebiyle SSCB’nin bizzat kendisi verecekti. Batı Avrupa’nın 12 ülkesi ile Kanada’nın da içinde bulunduğu “Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü”nü –NATO 9 Nisan 1949- oluşturan ABD dünyaya, 100 yıldan fazladır sürdürdüğü izolasyonizm politikasını geri dönülmez şekilde terk ettiği mesajını veriyordu.

 

 
Komünist ideolojiye sahip SSCB’yi, özgür ulusların liberal demokrasisiyle çevreleyecekti. Yeni politika; İzolasyon out, çevreleme in olacaktı.

 

 
Bu çevreleme NATO eliyle yapılacak ve Türkiye’de bu çevrelemede rolünü üstlenecekti. Yüzyıllarca en büyük arzusu boğazlardan Akdeniz’e inebilmek olan SSCB’nin 2. dünya savaşının hemen sonrasında, Türkiye’den toprak talepleri ve Montreux anlaşmasının gözden geçirilerek, kendisinin de içinde bulunduğu bir kurulun yetkili tutulması isteklerine karşı Türkiye’nin yanında yer alan Amerika, Yunanistan’ı da kapsayan ve Truman Doktrini olarak adlandırılan ekonomik yardım paketini 1947 yılında kongreye sunmuştu.

 

 
Sovyetlerin tehditlerine karşı güçlü müttefik arayışındaki Türkiye, Amerika’yla geliştirdiği ilişkileri bir adım öteye götürerek, NATO’ya girmenin yollarını arıyordu. 1950 yılında Kuzey-Güney Kore arasında çıkan iç savaşta, üyelerini Güney Kore’ye destek vermeye çağıran B.M. Güvenlik Konseyi’nin çağrısına, 1 tugay asker göndererek olumlu yanıt vermesinin ödülünü, 1952 yılında Yunanistan’la birlikte NATO üyeliğine davet edilerek alıyordu. Türkiye aradığı güçlü müttefike sahip olurken, Amerika, Sovyetleri çevreleme halkasına, Sovyetlerin güçlü sınır komşusu Türkiye’yi de dâhil ediyordu. Menderes hükümetine göre güçlü müttefik desteğe sahip olmak ve ekonomik yardım almak, Türkiye için hayati derecede önemliydi ve bu desteğin devam etmesi gerekiyordu. Washington ise Rusya’nın sahip olduğu kıtalararası nükleer başlıklı füzelerine karşılık, kendisi de uzun menzilli füzelere sahip oluncaya kadar orta menzilli Jüpiter Füzelerini Rusya’ya yakın ülkelere konuşlandırmak ve bu şekilde Sovyetlerin füze üstünlüğünü dengelemek istiyordu.

 

 
Amerikan Başkanı Eisenhower’ın 1957 yılında NATO ülkelerine yerleştirmeyi teklif ettiği bu füzeleri, İngiltere ve İtalya’nın yanı sıra, Sovyetlere karşı caydırıcı bir unsur ve Amerikan yardımlarının devamının garantisi ve tabii bir prestij kaynağı olarak değerlendiren Türkiye kabul eder. Sovyetlerin tepkiyle karşıladığı füzelerle ilgili görüşmelerde sona gelindiği 1959 yılında artık denizaltılardan fırlatılabilen uzun menzilli yeni kuşak Poloris füzelerinin üstünlükleri karşısında Jüpiter füzelerinin askeri değerinin kalmadığı ve demode olduğu gerekçeleriyle bu füzelerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçilmesi tartışılmaya başlanır. Ancak Sovyet tehdidi karşısında, Amerika’nın geri adım attığı algısının oluşabileceği ve bunun dış dünyada itibar kaybı yaratabileceği, Türkiye’nin konuyla ilgili gösterdiği katı olumsuz tepkinin de NATO içinde güvensizlik ve çatlak oluşturabileceği endişeleriyle, askeri değeri kalmayan Jüpiter füzelerinin, politik değeri yüksek gerekçelerle konuşlandırılması fikri kabul görür. Anlaşma 25 Ekim 1959 tarihinde, konuyu meclis ve ülke kamuoyundan gizleyen Menderes Hükümetiyle imzalanır.

 

 

 
Dr.Süleyman VARLI’ya göre Amerika tarafının bu konudaki kararlılığı, Türkiye ve Sovyetlerin arasında başlayan diyalogun gelişmesi ihtimalini ortadan kaldırmaya dayanıyordu. Gerçekten de Menderes hükümetinin ekonomik ilişkilerini geliştirme çabalarına ilgisiz kalmayan Kremlin ile yakınlaşma riski, Jüpiter füzelerinin yerleştirilmesiyle son bulacak, Ankara ve Kremlin’in geleneksel düşmanlıkları derinleştirilecek ve Ankara Washington’un bölgedeki en önemli ve sadık müttefiki olmaya mecbur bırakılacaktı. 27 Mayıs 1960 yılındaki darbeyle iktidara gelen yeni hükümetin düşüncesinin de farklı olmadığı kriz sürecindeki tavrından anlaşılacaktı.

 

 
1961 yılında başkanlık koltuğuna oturan John F.Kennedy yönetimi de Jüpiter füzeleriyle ilgili her fırsatta dile getirdiği olumsuz düşüncelerine rağmen dramatik bir dönüşümde bulunarak, Devlet Politikasının devamına karar verdi. Bu arada Kremlin’deki şahinlerin, sert karşılık verilmesi ve hatta Türkiye’nin işgal edilmesi yönlü taleplerine direnen Khruschev ise, füzelerin vurulmasının ya da Türkiye’nin işgalinin, nükleer bir savaşa yol açabileceği endişesi içindeydi ve savaşı başlatan taraf olma sorumluluğunu almak istemiyordu. Başka bir çıkış yolu arayan Khruschev fazla beklemeyecekti. Çıkış yolunu, Amerika Kıtası’ndan zafere kalkan bir el gösteriyordu; Küba lideri Fidel Castro’nun devrimci eli.

 

 
Tüm Amerika Kıtası’nı kendi etkinlik alanı olarak gören ABD, Latin Amerika ülkelerine büyük yatırımlar yaparak nüfuzunu genişletirken, Monroe Doktrini ile Avrupa ülkelerini Amerika Kıtasından uzak tutmuştu. Kendisine çok yakın olan, ada devlet Küba’daki varlığını da diktatör Batista’yla güvenceye almıştı. Ancak rüşvet ve yolsuzlukların hüküm sürdüğü 1950’li yılların Küba’sındaki yoksul halkın, baskıcı Batista rejimine olan hoşnutsuzluğu, destekçisi ABD karşıtlığına dönüşmeye, devrimci fikirlerin artmasına ve örgütlenmesine yol açmaktaydı. Bu ortamda Castro’yla gelişen Küba devrimi, ABD’nin dramatik yenilgisiyle sonuçlanacak, verdiği desteği çekerek Castro karşısında zayıflamasına sebep olduğu Batista’yı ikna edemeyip, iktidarı ABD yanlısı muhalefete devrettirmeyi başaramayacak, önünde engel kalmayan Castro 1959 yılı başında iktidara gelecektir.

 

 
Şimdi devrimciler iktidardaydı ve Amerika’nın tek tesellisi Castro’nun komünist olmayışıydı. Henüz 1959 yılında yaptığı bir konuşmada, “…Kübalılarda Latin Amerikalılarda öyle bir devrimi gerçekleştirecekler ki, orada maddi gereksinimler karşılanırken özgürlüklerden özveride bulunulmayacaktır…” diyen Castro, ulusalcı devrimci kimliğini, her iki dünya görüşünün de dışında bir anlayışa dayandırıyordu. Küba Komünist Partisi bile onu “Sorumsuz burjuva olarak nitelendiriyordu.” Ancak ABD stratejisi bunu da kendi eliyle başaracak! Ve Castro, ABD’nin, Khruschev’ den sonraki en büyük düşmanı olacaktı.

 

 
Castro’nun Amerikan karşıtı ulusalcı söylemlerini ve uygulamalarını –stratejik kuruluşları kısa sürede millileştirilmeye başlaması- endişeyle takip eden ABD, Khruschev’in Castro’yla ilişki kurma çabaları karşısında Küba’yla diplomatik ilişkileri keser ve Castro’yu devirme planını uygulamaya sokar. 14-18 Nisan 1961 tarihinde, Küba’dan kaçan veya sürgün edilen Kübalıların kullanıldığı Domuzlar Körfezi Çıkarması Başkanlıkta henüz 3. ayını dolduran Kennedy için büyük bir hezimetle sonuçlanır. İstihbarat ve askeri strateji alanındaki başarısızlık; sosyalizmle ilgisiz Castro’nun Khruschev’in kucağına itilmesi ve 1 Mayıs’ta “Küba’nın artık sosyalist bir ülke olduğunu” dünyaya ilan etmesiyle, siyasi strateji alanındaki büyük başarısızlığı getirecekti.

 

 
Artık ülkeleri müttefik, kendileri ise yoldaş olan ikili, Emperyalist ABD’ye karşı birlikte mücadele edecekti. Sovyet lideri Khruschev, ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği nükleer başlıklı Jüpiter füzelerine nasıl karşılık vereceğini bulmuş, Castro ise güçlü bir müttefike sahip olmuştu.

 

 
Khruschev 1962 Mayısında Küba topraklarına nükleer başlıklı füze yerleştirme önerisi götürdüğünde, bunu ABD’nin tehdidine karşı caydırıcı bir güç olarak gören Castro’nun öneriyi kabul etmesi Türkiye’nin tavrıyla benzerlik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Castro’nun ısrarlarına rağmen gizli planlanan ve Castro tarafından dünyaya ilan edebileceği endişesiyle sözlü yapılan anlaşmayla, Sovyetler, ABD’nin burnunun dibine girecek ve Khruschev isteyene dek dünya bunu bilmeyecekti.

 

 
1962 Temmuzunda görünürdeki yükleri tarım ve iş makineleri olduğu halde gizli ambar bölmelerinde füze başlık ve rampaları taşıyan Sovyet yük gemilerinin Küba limanlarındaki artan varlığından endişelenen ve Küba’yı dolduran birlerce tarım mühendisinin aslında Sovyet istihbarat ve askeri teknik personel olduğu tahminli CIA raporlarına karşılık, Küba’ya sadece savunma amaçlı silahlar verildiğini açıklayan Kremlin, Beyaz Saray’ı şüphede bırakıyordu.

 

 
Amerika bir yandan Küba işgali provası için Meksiko Körfezi’nde Küba liderinin isminin tersten okunuşu olan Ortsac adını verdiği iki haftalık askeri tatbikata başlarken diğer yandan istihbarat çalışmasına hız vermişti.

 

 
Amerikan U-2 yüksek irtifa keşif uçağının çektiği fotoğrafları inceleyen uzmanların, Küba topraklarına yerleştirilmiş Sovyet füze bataryalarını gördüklerinde tarih 14 Ekim’i gösteriyordu ve dünya 14 gün boyunca Küba Füze Krizini nefesini tutarak ve çaresizce izleyecekti.

 

 
Kennedy başkanlığında acil olarak toplanan ve kriz sonuna kadar günde birkaç kez yapılan Ulusal Güvenlik Konseyi (EXCOMM) toplantılarında müzakere ve diğer seçeneklerin etkisiz kalacağı ve askeri seçeneğin kabul edilerek Küba’nın vurulması fikrine sıcak bakılması fikri ağır basar. Ancak Kennedy bir nükleer savaşa yol açabileceği endişesiyle, abluka seçeneğinin yasal dayanaklarının hazırlanarak 24 Ekim tarihinde uygulamaya sokulmasını ister.

 

 
Hava kuvvetlerinin bir taarruz ve işgal harekâtı emrine karşı hazırlıklı olması emrini verirken, er ya da geç pazarlık masasına yatırılacağından emin olduğu Türkiye’deki füzelerin sökülmesi önerisine Türkiye’nin küstürülmeden nasıl ikna edilebileceğinin öğrenilmesini ister. ABD silahlı kuvvetlerine alarm durumuna geçme talimatını verdiğinde ise zaten tatbikatta bulunan ABD donanmasına ait savaş gemileri yönlerini Küba’ya döndürürken, hava kuvvetlerine ait uçaklar, kargolarındaki nükleer bombalarla devriye uçuşlarına başlıyor ve Florida sahilleri binlerce askerle doluyordu. NATO birlikleri ise Amerikalı komutan tarafından Teyakkuz (Defcon3) durumuna geçirilmişti.

 

 
Derinleşen krizi dünyaya 22 Ekim tarihinde yaptığı konuşmasıyla duyuran Kennedy, Küba Füze krizini ve aldıkları karantina tedbirlerinin 24 Ekimden itibaren uygulanacağını ve Küba’ya giden her geminin durdurularak aranacağını açıklarken, Khruschev’e de yanı başındaki füze tehdidini bertaraf etmekte kararlı olacağını belirten bir mektup gönderir. Kennedy’nin konuşmasını deşifre eden Kremlin 23 Ekim tarihinde mektuptaki görüşlerin barışa tehdit olduğunu ifade eden bir yanıt verir.

 

 
Her iki lider de karşı tarafa ağır suçlamalar yapmakta ve barışı bozan taraf olmakla suçlamaktaydı. Küba yolundaki gemilere, Khruschev’in kendilerine verilen rotayı takip etmeye devam etmeleri emri iletildiğinde, ABD’nin Türkiye ve İtalya’daki füzeleri de ateşlemeye hazır hale getirilmişti. Kremlin ve Beyaz Saray’daki devlet daireleri uykusuz geceler geçiriyordu.

 

 
Kennedy, Sovyetler için önemli olanın Türkiye’deki füzeler olduğunu gayet iyi biliyordu. En büyük sorun NATO savunma stratejisi kapsamında yerleştirilen füzeler üzerinde artık tek söz sahibi değildi ve Türkiye’yi nasıl ikna edeceğini bulamamıştı. Başbakan İnönü konuşmalarında Amerika’ya verdiği açık desteği sürekli yinelerken, muhtemel tehlikelerin metanetle karşılanacağını ifade ediyor, müttefiklerinin de üstlerine düşen sorumlulukları yerine getireceğine olan inancını belirterek Türkiye’nin pazarlık masasına getirilmemesi gerektiği mesajını veriyordu. Türkiye’yi kaybetmek istemeyen Kennedy köşeye sıkışmıştı. Sovyet gemileri Küba’ya yaklaştıkça, Dünyada nükleer savaşa yaklaşıyordu.

 

 
25 Ekim tarihinde Başkan Kennedy’ye yakın ünlü bir köşe yazarı Walter Lipman, durumu kurtaracak pazarlığın Türkiye ve Küba’daki füzelerin sökülmesiyle sağlanabileceğini belirten bir yazı yazıyordu.

 

 
Muhtemelen bunu Kennedy’den bir mesaj olarak değerlendiren Khruschev 26 Ekim tarihinde kibar bil dille yazılmış ve savaş istemediğini belirten bir mektubu Kennedy’e gönderir. Khruschev şaşkınlık yaratan mektubunda Küba’nın işgal edilmeyeceği garantisine karşılık füzeleri sökmeyi kabul edebileceğini ifade ediyor ve Türkiye’deki füzelerin bahsini bile açmıyordu.

 

 
Ancak Kruschev’in mektubunun her detayının görüşülmesi ve buna göre cevap verilmesi amacıyla yapılan EXCOMM toplantıları oldukça uzun sürmüş ve hala bir metin yazılamamıştı. Oysa zaman en değerli şeydi ve Kennedy bunu ancak önceki mektuptan 10 saat sonra gelen yeni bir Khruschev mektubuyla anlayacaktı. Cevap vermekte gecikilmiş, Kremlin şahinleri bu fırsatı değerlendirerek yeni bir mektup yazılmasını sağlamıştı. Yeni mektupta yeni olan şey; Türkiye’deki füzelerdi.

 

 
Khruschev haklı olarak Türkiye-Küba bağlantısı yapıyor ve Küba’daki füzeler ABD için tehdit sayıldığı halde neden Türkiye’deki füzelerin SSCB için tehdit sayılmadığını soruyor, en doğru şeyin Küba ve Türkiye’deki füzelerin sökülmesi ile Türkiye ve Küba’nın işgal edilmemesine yönelik karşılıklı güvencelerin verilmesi olduğunu belirtiyordu. Kennedy için zor bir andı. Teklifin mantıklı olması, kabul edilmesini zorunlu kılıyordu, zira aksini yapmak dünya kamuoyunu karşısına almak demekti. Ancak dünyanın bilmediği şey, Türkiye razı olmadan füzelerin sökülebilmesinin hukuken mümkün olmadığıydı ve Türkiye füzelerin varlığını her şeyden önemli sayıyordu.

 

 
27 Ekim tarihinde yapılan uzun toplantılarda nihayet yeni bir uzlaşma formülü bulunmuştu. Khruschev’e Küba’daki füzelerin sökülmesine karşılık, Türkiye’deki füzelerin de kriz bittikten sonraki yakın bir tarihte söküleceği güvencesi verilecekti. Böylece iki tarafta istediğini alacaktı. ABD Türkiye’deki füzelerin pazarlık konusu yapılmasına izin vermeyerek prestij kazanacak, Khruschev’in ise ödün veren taraf olduğu izlenimi yaratılacaktı. Ama bu öneri Khruschev’e nasıl kabul ettirilecekti?

 

 
Pentagon ise artık Küba işgal emrinin verilmesi gerektiği konusunda Kennedy’ye yönelik baskıları arttırmaktaydı. Askerler Domuzlar Körfezi Harekâtı başarısızlığını hala unutmuş değillerdi. Zaman kazanmak isteyen Kennedy askerlere 30 Ekim’e kadar gelişme olmadığı takdirde işgalin başlayacağını bildirir. Kararlılık göstergesi olarak Genelkurmaya karantinanın genişletilmesi ve DEFCON2’ ye geçilmesi talimatını verir. Bütün dünyadaki ABD birlikleri en üst düzeyde alarma geçirilmiştir.

 

 
Khruschev’e ise ikinci mektup yokmuş gibi davranılıp birinci mektuba olumlu cevap verilmesi ile füzelerin sökülmesi durumunda Küba’nın işgal edilmeyeceği garantisinin verileceğinin yazılması kararlaştırılır.

 

 
Gizli diplomasi ise Robert Kennedy ile SSCB Washington Büyükelçisi Dobrinin ile devam etmekte ve Robert Kennedy, Dobrinin’e füzeleri çekme karşılığında Küba’yı işgal etmeyecekleri ve Türkiye’deki füzeleri ise zaten, ama kriz bittikten bir süre sonra sökecekleri güvencesini vermekteydi.

 

 
Aynı sıralarda Pentagon’da da savaş planları Başkana sunuluyordu. Başkan Kennedy Khruschev’den, kardeşi Robert Kennedy ise Dobrinin’den haber bekliyordu. Gelen haber ise kimseyi memnun etmeyecekti; bir Sovyet denizaltısı eşliğindeki Sovyet şilebi son hızla abluka sınırına ilerliyordu. İnisiyatif artık savaşa hazırlanmış olan ABD’de değildi. Gergin bekleyişin sürdüğü uzun saatler sonunda, dünyanın yarısının uyuduğu sırada ve savaşa bir kala, gelen şilebin aniden durduğu haberine, Khruschev’in mesajı eşlik eder;

 

 
Küba’daki füzeleri çekmeyi kabul ettiğini bildiriyordu. Günlerdir uyumadıklarını bu haberle unutmuşlardı. Dünya ise haberi aldığında derin bir oh çekmişti.

 

 
29 Ekim tarihinde buluşan Robert Kennedy ve Dobrinin füzeleri karşılıklı çekmeyi öngören anlaşmayı görüştüler ancak Dobrinin, Robert Kennedy’den, Khruschev’in Kremlindeki şahinleri susturmak için istediği yazılı anlaşmayı alamadı ve Kennedy’nin sözüyle yetinmek zorunda kaldı. Sovyetler füzeleri hemen çekecekti, ABD tarafı ise bunu hemen yapmayacak ve bir takvime yayacak ve bu kesinlikle Dünya kamuoyuna açıklanmayacaktı.

 

 
Dünya kamuoyundan gizlenen bu hüküm, krizde kazanan taraf olan Kremlin’in kaybeden taraf olarak görülmesine sebep olacaktı. İnönü Türkiye’deki füzelerin gizlice pazarlık konusu yapılmış olduğunu tahmin etti ve ABD’nin modası geçmiş füzelerin Poloris füzeleriyle değiştirilmesi ve Hava Kuvvetlerinin F104 savaş uçağı filosuyla takviye edilerek savunma kabiliyetinin arttırılması teklifine çaresiz razı oldu. 24 Nisan 1963 tarihinde son Jüpiter füzesi de sökülerek Kennedy-Khruschev anlaşmasının hükümleri yerine getirilmiş oldu.

 

 
Yaşanan Küba Füze Krizi sonrasında bu korkunun bir daha yaşanmaması ve haberleşmenin süratli ve eksiksiz sağlanması için iki ülke arasında direk bir telefon hattı (kırmızı hat) kurulmuştur.

 

 
Küba Füze Krizi yüzünden iki komünist ülke; Sovyetler ve Çin ayrılığı derinleşmiş, Türkiye’nin ise güvenliğinin Amerika tarafından pazarlık konusu yapıldığı ve yalnız bırakıldığı iddia edilmiştir. Bu konuda kitabı bulunan Turan YAVUZ ise daha da ileri giderek “Satılık Müttefik” adını verdiği kitabında, Türkiye’nin ABD tarafından pazarlık masasında satıldığı yorumunu yapmıştır. Oysa düşünüldüğünde, uygulanması muhtemel hiçbir senaryo bu kadar tehlikesizce atlatılamazdı. Esas olan bir ülkenin kendi güvenliğini riske sokacak stratejilerden uzak durmasıdır ve Türkiye ile Küba füzeleri kabul ederek bunu yapamamışlardır.

 

 
Kennedy kısa bir süre sonra bir suikaste kurban giderken, Khruschev muhtemelen bu kriz esnasındaki tutumu nedeniyle kısa süre sonra görevden alınacak ve öldüğünde adına devlet töreni yapılmayan tek Sovyet lideri olarak gömülecektir.

 

 

 

Çağların IŞIK Twitter

 

 

 

 

 


Yazarın Son Yazıları:
Seni başkan yaptıracağız
Yarının gülüşleri bugünün gözyaşlarında boğuldu
Dağlıca saldırısının Cizre’yle ilgisi var mı?