Julien Assage ve Soner Yalçın’ın cezaevi düşünceleri

Julien Assage ve Soner Yalçın’ın cezaevi düşünceleri
1 Mart 2013 00:26

Julian Assage, 1971 Townsville, Avustralya doğumlu bir editör ve gazeteci.
 
Mustafa MERSİNOĞLU H&H YORUM

WikiLeaks adlı gizli yayınların sitesinin kurucusu. A.B.D’nin gizli askeri ve diplomatik belgelerini yayınlamaktan dolayı resmen ‘Birleşik Devletler düşmanı’ ilan edildi.

Burada şunu önemle belirteyim burada  alıntılıyacağım Julian Assage’ın düşünceleri kendi izni olmadan yayınlanan ‘Julian Assage: Unauthorized Autobiography’ adlı bir kitaptan.

Canongate Books adlı yayıncı ile bir antlaşma imzalamış ön ödemeyi almış ancak son anda dünyanın her tarafından 38 yayıncının yayınlıyacağı bu kitaptan vaz geçmiş. Buna sebep yayıncının önsözüne göre ilk taslağı okuduktan sonra ‘tüm anılar  or.spuluktur’ diye düşünmeye başlamasından. Ancak yayıncı kitabı itirazına rağmen yayınladı. Kitabın adını ‘Julian Assage: İzinsiz Özyaşam Öyküsü’ diye çevirebiliriz.


   
‘Wikileaks’te Ünlü Türkler’
adlı OdaTv davasından tutuklanan Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Silivri cezaevinde yazdıkları kitapta Julian Assage’in detaylı öyküsü veriliyor.
 
Tecavüz suçlamasıyla tutuklandığını  ancak bunun bir komplo olabileceğini de ayrıca anlatıyorlar. Büyük emek harcanmış, zor şartlarda yazılmış bu kitabı yalnız ünlü Türkler için değil Wikileaks olgusunu etraflıca öğrenmek isteyenlere tavsiye ederim. Bazılarına göre Wikileaks belgelerini yayınlamaları da tutuklanmalarının sebeplerinden. 

İşte kendi dilinden daha doğrusu beraber çalıştığı yazar tarafından Julian Assage’in cezaevi düşünce ve duyguları: 

Tarih 7 Aralık 2010 Londra, İngiltere  
   
‘Kendimi şanslı hissediyorum çünkü doğduğum çevre meraklı sorguluyan insanlarla doluydu. Bir gün düşmanlarımla tanışacaktım ve doğruyu istediğim için benden nefret edeceklerdi.’

‘Adımı bağırıyorlardı. Sloganlar bağırıyorlardı. Basın, foto muhabirleri kovaya doldurulmuş yengeçler gibi pencereleri tırmalıyordular. Minibüs öyle bir itilip kakılıyordu ki devrilebilirdi ama sadece basın foto çekiyordu. Çömeldim başımı dizlerimin arasına koydum bir kriminal  gibi tanıtılmak istemiyordum…. Wandsworth Cezaevine ulaşmamız yaklaşık kırk dakika aldı. Girerken  tuhaf bir kendime güvenim vardı. Zannedersem bu benim durumumun dikkat çekeceği yüzündendi…

Eşyalarım için imza attım, bu güzel günde bir dolmakalem ve 250 kadar sterlin nakit param vardı. Soyun dediler soyundum ve cezaevi kıyafeti giydim, gri kazak ve pantolon… Oscar Wilde 1895’te bu cezaevine  konulunca kaybettikleri yeleği için epey ortalığı ayağa kaldırmış… Ben ‘Wilde gibi’yi demeyeceğim ve benim olmayan yeleklerimden bahsetmiyeceğim ama bu İrlandalıyı da bu rezil Kraliçe Viktorya zamanından kalma kodeste aklıma getirmeden edemedim. 

Avukatım bana daha sonra dedi ki; ben Oscar Wilde’ın hücresinde çürüyormuşum. Çok kötü muamele gördü, insanlıktan uzak yürek paralayıcı şartlarda tutuldu, söylemeliyim ki aklımda Wandsworth’de geçmişe şimdi tutulan diğer tutuklular var. Genç Amerikalı asker Bradley’liyi de  çok düşündüm. Bence  kanunsuz savaşa karşı ses çıkardığı için, alelusul suçlanıp konulduğu Amerikan cezaevinde ona  kötü davranılıyordu… Birden bire otomatikmen bir panter gibi volta atmaya başlıyorsunuz…

Avukatlarım beni buradan çıkarmak için fazla mesai çalışıyorlardı, sanki onların dünyası ışık yılı kadar uzaktı ben dönüp dururken ve daha önce hiç etmediğim kadar ‘dayanışma’ sözcüğünün anlam ve değerini hissettim…

Işıkları gardiyan kaptınca, anladım ki en kötüsü iletişimsizlik olacaktı. Ben iletişim sanatı için yaşıyordum ve birdenbire ne kadar zordu olmayacaktı, ne duyacaktım ne de duyulacaktım. Bilhassa Wikileaks’in durumunda, biz devamlı bir iletişim savaşındaydık bir çok karşıtla ve bunun her saat yönetilmesi gerekiyordu. Sabah ışıklar gelince ilk yapacağım işin nasıl telefon görüşmesi yapabileceğim olacaktı. Mutlaka insana bazı haklar, internet imkanı gibi verirler miydi? Biliyorum pek şansım yok…

Hücre bodrum katındaydı, iki metreye dört metre, bir yatak, bir lavabo, tuvalet, masa, dolap ve beyazımsı duvarlar. Duvarın çoğu, lavabo için su tesisatını ve tuvalet için havalandırmayı gizliyen bunaltıcı gri bir plastik ile kaplıydı. Bunlar kendine zarar vermemesi için yapılmıştı ve bu da herşeye sıkıcı  bir hava veriyordu. Musluklarda ve sifonda çekecek yer ve su deposu yoktu herşey otomatik düğme ile çalışıyordu. Acil yardım düğmesi vardı ve tuvaletin etrafına çekilecek bir de perde vardı. Bir duvarın üstünde küçük bir pencere vardı bunu dört cm aralıklı demir parmaklıklar kaplıyordu. Pencere cezaevi idaman avlusuna bakıyordu ve burası yüksek tel örgülerle çevrili idi üstünde sıra sıra dikenli tel vardı. Bazen sabahları geçen tutukluların ayaklarını görüyordum, bağırmalarını, şaka ve sohbet parçaları duyuyordum. Hücre kapısının üstünde odaya bakan kızılötesi kameranın tüm gece yanan kırmızı ışıklı bir panosu var ve devamlı gözetliyor…

Robert Bresson’un Bir Adam Kaçtı  adlı çok güzel bir filmi var, bir ses mühendisliği harikası, bir kaşığın tuğla duvar vurulması bile orkestra çalması gibi.
Wandsworth’de her ses de öyle idi: eko ve boşluk doluydu…

Burada kahraman rolü oynuyacağıma dışarıda gazeteciliğime devam etmek istiyordum, tüm yaşamımın eğilimi benim cezaevi bürokrasisini ve korkunç kör otoriteyi kaldıracak midem olmasını imkansız kılmıştı. Cezaevindeki her saat bir nevi kağıt işlerine ve bunaltıcı kurallara karşı gerilla savaşı ile geçiyordu. Bir pul almak için form doldurma dolusuna tutulup donabilirdiniz… Beni tecrite koyduktan sonra telefon etmek için mücadeleme devam ettim… Böyle bir telefon etmek için önceden kabul görmüş sizin verdiğiniz telefon numaralarına izin vardı ve telefon krediniz de olması gerekiyordu… Ve bir çok şey daha, Kafkayesk pis bir hava,  pasif  taciz ve engelleme’. 

‘Anneme mahkemeden önce söyledim, ben inandığım şeylere hala bağlıyım ve idaellerimi içinde bulunduğum durum sarsmadı.’
 
WANDSWORTH CEZAEVİ
   
Julian Assage daha sonra basının nasıl kendini itibarsızlaştırdığını  ve hatta Washington Times’da öldürülmesi gerektiği bile yazılmış. Solzhenitsyn’in Kanser Koğuş’nu okuyarak  vakit geçirmiş.  
   

Bir çok destekcisinin verdiği kefaletle şartlı zorunlu ikamet altında cezaevinden salındı. Sonra İsveç’e yollanıp oradan da ABD yollanabileceğin çekindiği  için Ekvator Londra Elçiliğine sığındı. Henüz orada.  
 
     

   
1966, Çorum doğumlu  Hüseyin Soner Yalçın,  gazeteci ve yazar. Odatv davası kapsamında tutuklandı ve Ergenekon terör örgütü üyesi olmakla şuçlandı. Silivri cezaevinde ‘Samizdat: Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var mı’ adında bir kitap yazdı:
 
14 Şubat 2011, İstanbul, Türkiye.

‘Ayağa kalkıp dolaşmaya başladım. Salonda, annemin fotoğraflarıyla göz göze geldim. On yıl önce kaybetmiştim…. Yaşam tutkumu oldan almışım. Şimdi fotoğrafıyla moral veriyor oğluna.’

…’Bahçe duvarından gazeteciler görüntü alıyormuş; kütüphaneden salona geçmemi rica ettiler. Demek medyanın haberi oldu. Yıllardır özenle koruduğum özel hayatım Türkiye’ye ‘servis’ edilecekti; üstelik ‘terörist’  olarak! Ne hazin bir ün!’…

’Polislerde hazır, beni alacak otomobilin tam evin önüne gelmesini bekliyoruz. Dışarıda olağanüstülük var. Kalabalık. Sesler duyuyorum. Gazeteciler hazırlık yapıyor. Polislerle, ‘Dışarıda demeç falan vermiyeceğim ama kimse koluma girmesin, elİyle başımı eğmesin, kimse beni yakalayıp götürüyormuş görüntüsü vermesin’ pazarlığı yaptım. Anlaştık. Ve o an, evden çıktık…

Onlarca kamera ışığı altındayım. Yıllardır hep kamera arkasında duran, bir yıldız gibi parlayıp sönen şöhreti elinin tersiyle itekleyen ben, şimdi kameranın önündeyim… Polis otosuna binmemle hareket etmesi aynı anda oldu. Birkaç dosta el sallayabildim. Ne hızlı sürüyor arabayı, niye acaba? Yolda hiç konuşmadık…

Saat 18.00 suları.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü…

Nezaret önündeki bir yerde üst araması yapıldı. Cebimdeki param, kimliğim ve ilaçlarım alındı, kayda geçirildi… Nezaret polisi kapıyı üzerime kitleyip gitti. Hemen ‘Barış’ diye bağırdım, bakalım ikisi de gelmiş mi? Barış Terkoğlu, ‘Soner Abi’ diye yanıt verdi; iyiymiş. Barış Pehlivan’dan ses yok… Hücreye girdim, parmaklıklı kapıyı üzerime kapatıp kilitlediler. Kazağımı yine battaniyeden yaptığım yastığın üzerine serdim, paltoyu üzerime çekip, tavana bakarak düşünmeye başladım. Son bir kaç yıldır nice aydın Ergenekon kapsamında bu hücrelerde kalmıştı?

Benim kaldığım hücreden kimler gelip geçmişti acaba? Kimler benim uzandığım yatakta yatmıştı? İlhan Selçuk aklıma geldi. Yaşlıydı, hastaydı, gözaltına alındığında, hücrede ne yaptı acaba? 12 Mart 1971 darbesinin işkence merkezi Ziverbey Köşkü’ndeki hücresiyle karşılaştırma yaptı mı? Ya da hiç düşünmedi mi? Yemek yedi mi? Uyuyabildi mi? Bu gelinen noktayı nasıl analiz etti?… Düşüncelerimden, yazdıklarımdan, dolayı parmaklıklar ardında olmaktan korku duymadığımı söyleyebilirim. Kötü olan, sınırları çizilmiş bir hayatın içinde kendi parmaklığınız ardında yaşamaktır. Bunu reddettiğim , karşı çıktığm için burada, bu hücrede olduğumu bilecek olgunluktayım…
  
…Şimdi Silivri’deki koğuşta da iki kamera var; 24 saat izleniyoruz! Sadece hücrelerde ve tuvalette takip edilmiyorsunuz. Kamera için ışıklar açık bırakılıyor, kapatmak yasak. 24 saat ışık altındasınız… Acil durumlarda gardiyanlara seslenmek için koğuşta bir alarm düğmesi var, ona basıyorsunuz… Cezaevinde her isteğinizi dilekçeyle bildirmek zorundasınız. Sözlü talep yasak. Kantinde ihtiyaçlarını da fişlere yazıyorsunuz… Koğuştan avluya açılan kapı sabah 07.00’de açılıyor, akşam 17.00’de kilitleniyordu. Dışarıyla; açık havayla tek başlantınız bu kapı. Avlu yaklaşık 50 metrekare. Yüksek duvarların üstünde dikenli teller var; kafanızı kaldırdığınızda bir avuç gökyüzü görüyorsunuz…

Cezaevi kurallarını çabuk öğrenmeliyim. 17 saat su yok. Sıcak su haftada iki gün, iki saat. Spor haftada bir gün, 45 dakika… En kötüsü ses izalosyonu. Ufak bir ses koğuşta dev bir gürültüye dönüşüyor; sesi emecek materyal yok çünkü. Hele demir koğuş kapısının açılması anlatması zor bir çirkin gürültü çıkarıyor.

‘Haftada bir telefon görüşmesi hakkım var; 10 dakika. Açık görüş ayda bir kez, bir saat; kapalı görüş ayda üç kez, 45 dakika, bir cam arkasında telefonla görüşüyorsunuz… Kimleri arayacaksınız (en fazla üç kişi) telefonları, faturası, kimlik ve ikametgah bilgilerinin cezaevi yönetimine verilmesi gerekiyordu. Daha yeni belgeleri getirip teslim etti Feza. Sadece oğlumun telefonunu yazdım; Pazartesi günleri 10 dakika sadece onunla konuşacağım… Çalınan zaman sadece benim değil, oğlumun da; ama bu zalim günlerde bunu kime anlatabilirsin ki?

…Biz kazanacağız. Bu baskıcı, kabus günler bir gün sona erecek, gerçekler mutlaka gün yüzüne çıkacak. Yeter ki, kendinize, mesleğinize, hayata yabancılaşmayın, alçalmayın. İnsan kalmakta inat ediniz, kazanan hep insan olmuştur çünkü…
 
 
MUSTAFA MERSİNOĞLU İNGİLTERE’DEKİ ANADOLU ARKADAŞLIK GRUBU’NUN DESTEK İÇİN TOPLADIĞI PARAYI TESLİM İÇİN SİLİVRİ’DE

Soner Yalçın Silivri’de kitap okuyarak, yazarak ve volta atarak geçirdi vaktini ve 27 Aralık 2012’de salıverildi ancak yurtdışına çıkma yasağı kondu ve  her Çarşamba imza vermek zorunda.   
 
Soner Yalçın Samizdat kitabını Conrad Ferdinand Meyer’den bir alıntıyla bitirmiş:

‘Bir yeryüzü çocuğu ne kadar zor özgürleşirse,
İnsanlığımıza o kadar güçlü dokunur…’

Brighton, İngiltere
 
 
 

 
 
 
 
 


Yazarın Son Yazıları:
İngiltere’deki yeni korona variyantının yayılmasına neoliberalizm dogmasının etkisi oldu mu?
Başımız sağ olsun! Halkın Habercisi’nin vicdanlı, vatansever yazarını kaybettik
Yabancı basında Karadeniz gazı