35 yaş her zaman yolun yarısı etmez!

35 yaş her zaman yolun yarısı etmez!
7 Şubat 2012 10:46

Sözcü Gazetesi yazarı Emin Çölaşan , gazeteciliğe nasıl başladığını , nerelerden kovulduğunu , kimlerle çalıştığını ve bugün geldiği noktayı tüm içtenliğiyle bugün köşesinden yazdı…Çölaşan , gazeteciliğe 35 yaşında başladığını yazarken adeta ‘ Yaş 35 ama yolun yarısı etmiyor bazen başındasın ömrünün!’ dedirtti.

  Sözcü Gazetesi yazarı Emin Çölaşan , gazeteciliğe nasıl başladığını , nerelerden kovulduğunu , kimlerle çalıştığını ve bugün geldiği noktayı tüm içtenliğiyle bugün köşesinden yazdı…Çölaşan , gazeteciliğe 35 yaşında başladığını yazarken adeta ‘ Yaş 35 ama yolun yarısı etmiyor bazen başındasın ömrünün!’ dedirterek , adeta tüm insanlara örnek oldu… 

 

İşte o yazı

 

SEVGİLİ okuyucularım,

 

 Bugün 7 Şubat 2012. Gazeteciliğe bundan tam 35 yıl önce bugün, 7 Şubat 1977 günü Milliyet gazetesinde ekonomi muhabiri olarak adım atmıştım.

35 yıl!.. Ne de çabuk geçmiş.

Benim için manevi açıdan çok önemli olan bu günde, size gazetecilik yıllarımın hesabını kısaca vermek istiyorum.

Sanırım bir yazıya sığmayacak, o nedenle yarın da aynı konuyu sürdüreceğim.

Gazeteci olmayı ömrüm boyunca hiç düşünmemiştim. Çeşitli gazetelere dışarıdan yazı verir, yazı dizileri hazırlardım ama bu mesleğe girmek hiçbir zaman aklımın ucundan geçmemişti.
Gazetecileri hep “Ulaşılması zor, dört dörtlük, her şeyi bilen” insanlar olarak görürdüm! Kimin ne olduğunu işe başlayınca yavaş yavaş öğrenme fırsatı buldum.

ODTÜ mezunu idim ve gazeteci olana kadar iki ayrı kamu kuruluşundan kovulmuştum. İlki 1969 yılında, aşkla bağlı olduğum ve o zaman çok önemli bir kuruluş olan Devlet Planlama Teşkilatı’ndan, Müsteşar Turgut Özal tarafından.

İkincisi 1976 yılında Petkim’den, Milliyetçi Cephe hükümeti tarafından.

Sonraki yıllarda bir kovulma daha yaşadım. 2007 yılında AKP hükümetinin emriyle Hürriyet gazetesinden.

Bu üç kovulma olayı da, boynumda asılı olan şeref madalyalandır.

1970’li yıllarda Milliyet, rahmetli Abdi İpekçi’nin yönetiminde ve Türkiye’nin en saygın birkaç gazetesinden biriydi. Bu gazetenin her yıl, kurucusu Ali Naci Karacan adına düzenlediği bir yazı yarışması vardı: Karacan Yazı Yarışması.

Bu yarışmaya gazeteci olanlar katılamazdı. Gazete her yıl belli bir araştırma konusu verir, katılanlar bu konuyu işler, değerlendirmeyi jüri yapardı.

Buraya iki kez katıldım, yüzlerce eser arasında ikisinde de birincilik kazandım… Ve İstanbul’a gidip iki ayn zamanda Abdi İpekçinin elinden ödül aldım.

Petkim’den de kovulunca, yapacağım bir iş kalmamıştı. Devlete bir daha beni almazlardı. Ticaret kafasından yoksundum… Ve tek çare gazetecilik olacaktı. Gazetenin Ankara temsilcisi rahmetli Orhan Tokatlı’ya gittim. O aracılık yaptı, tanıştığımız Abdi Bey beni ekonomi muhabiri olarak başlattı. Oysa ben siyasi muhabirlik istiyordum ama o koşullarda pazarlık gücüm yoktu. Abdi Bey’in sözünü hiç unutamam.

“Ekonomi çok güncel olacak, siz ekonomiye bakın” demişti.

Böylece 35 yaşımda, en alt kademeden başladım. Torpilim, adamım yoktu, hiçbir zaman da olmadı.

Gazetecilikte ilk günüm olan 7 Şubat 1977’yi hiç unutmam. Bacaklarım titriyordu. Bu benim son şansımdı. Ya gazetecilikte başarılı olacak, ya da yok olup gidecektim.

Sabah gazeteye geldim, ne yapacağımı bilmiyorum. Haber yazmayı bilmediğim gibi, daktilom bile yok. Öylece oturuyorum. Öğlen oldu, istihbarat şefi rahmetli Orhan Duru koridorda bağırıyor: “Ulan bu ne rezalet, çabuk bulun bu herifleri, gelsinler. Öğlen olmuş, haberim olmadan kaçıp yemeğe gidiyorlar. İşe gönderecek foto muhabiri yok. Ayıptır be!..” Meğer foto muhabirleri Asaf Uçar ve Engin Cenkçi haber vermeden dışarı tüymüşler! Geldik öğleden sonraya. Yine boş oturuyorum. Bu kez koridordan sesler yükseldi: “Allah senin belanı versin.’ Vur, kır… Yapma, tutmayın beni!..” Koridor inliyor. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara, o sabah tanışmış olduğum spor servisi şefi Devrim Sağıroğlu, tanımadığım birini dövüyor! Döverken de kapılara tekme atıyor.

Dayak yiyenin matbaa müdürü Mahmut olduğunu sonra öğrendim.

Bu iki olaya daha ilk gün tanık olunca rahatladım: “Ohhh, gözümde büyüttüğüm bu gazeteci milleti de bizim gibi sıradan insanlarmış!” Mesleğin içinde yaşadıkça daha neler görecektim!

 

Şansım gazetecilik açısından yaver gitti! Bir süre sonra ekonomi tıkandı, Türkiye döviz darboğazına girdi. Artık her olay benim için haberdi. Ankara’daki bütün çevremi, arkadaşlanmı seferber ettim, önüme yağan haberleri yazmaya başladım. Gece gündüz çalışıyordum.
Böylece Emin Çölaşan ismi basın piyasasında tanınmaya başlandı.

Ancak, sadece ekonomiyle yetinmiyordum. Bazen siyasi konulara giriyor, bazen de gazetenin o zaman yayınlanan mizah ekine yazılar gönderiyordum.

İlk engelleme ve boğma girişimleri o zaman başladı. Ekonomi haberi dışında bir şey yazmamı istemiyorlardı. Kafa tuttum, alttan almadım, yazmayı sürdürdüm.

Yıl 1979. Abdi Bey öldürüldü.

Sonrasında gazeteyi işadamı, Sirkeci’de yedek parça ve lastik satan Aydın Doğan satın aldı. Gazetenin başına da bir süre sonra, gazeteci olmayan Tarhan Erdem’i getirdi.

İşte o zaman, Tarhan Erdem döneminde tamamen devre dışı kaldım.

Artık hiçbir haberim gazeteye girmiyordu.

O kadar ki, günün birinde beni istifaya zorlamak için elime “İstanbul’a atandınız” diye bir tebligat tutuşturdular.

Böyle bir atama olayı Türk basınında ilk kez oluyordu. Yine direndim, İstanbul’a gitmedim. Milliyet’te yaşadıklanmı, belgeleriyle birlikte Önce İnsanım, Sonra Gazeteci, isimli kitabımda anlatmıştım.

Sıradan bir muhabirdim, o direnme gücünü nasıl bulduğuma bugün bile hayret ederim.

Gün geldi, patron Aydın Doğan, gazeteyi batırmak üzere olan Tarhan Erdem’e yol vermek zorunda kaldı.

Gazetenin başına (sonra o da öldürüldü) rahmetli Çetin Emeç geldi. Hiç tanımadığım Çetin Bey günün birinde beni arayıp bir isteğini söyledi: “Siz bundan sonra her Pazar günü için ilginç bir söyleşi yapacaksınız.

Söyleşi uzun olacak. Size güveniyorum…” Bana yeni bir görev verilmişti. Yine bacaklanm titremeye başladı. İlk söyleşiyi işadamı Halit Narin’le, ikincisini o dönemde yasaklı olan Süleyman Demirel’le yaptım. Çok ilginç, hiç kimsenin soramadığı sorulan karşıma oturan herkese soruyordum.

Tam sayfalık söyleşi olayını da böylece tutturmuş oldum. “Tatil sohbetleri” çok iyi gidiyor, ismim yine yükseliyordu.

Gazetecilikte yükseliyordum ama aldığım maaş çok düşüktü.

Günün birinde hiç ummadığım bir olay gerçekleşti. Hürriyet gazetesinin sahibi, o günlerin en büyük basın patronu olan Erol Simavi beni İzmir’e davet etti.

Evinde kendisiyle ilk kez tanıştım. Biraz sohbet sonrasında bir teklifte bulundu: “Benim okuduğum üç gazeteci vardır, biri sizsiniz… Şimdi size bir teklifte bulunacağım. Hürriyet’e gelin, söyleşileri bizde sürdürün…” Yıl 1985. Transfer parası ve bir yerli araba aldım, maaşım arttı ve haftalık uzun söyleşilere o zaman basının gerçek amiral gemisi olan Hürriyet’te başladım.

Benden hemen sonra Çetin Emeç bizim gazeteye başladı ve yine benim amirim oldu.
O güne kadar birkaç kitabım çıkmıştı ve her kitabım piyasalarda satış rekorları kırdı ve kitap inanılmaz bir biçimde patlayıp karaborsaya düştü… Ve yayınevinden tam 270 bin kitabın parası bana ödendi. Sonrasında gazeteye bir öneri götürdüm: “Yazdıklarımı yüzbinlerce insan okuyor. Ben artık köşe yazarı olmak istiyorum.” Önerim uzun süreçler sonrasında Erol Bey tarafından kabul edildi ve ilk köşe yazım Aralık 1989’da yayınlandı… Ve Hürriyet’ten kovulduğum Ağustos 2007’ye kadar büyük rağbet görerek, nice ödüller kazanarak devam etti.
O dönemde köşe yazarlığı ciddi işti.

Bugünkü gibi sürüsüne bereket patrondan torpilli, yandaş, şeriatçı, Fethullahçı, Kürtçü, iş bitirici köşe yazarı henüz piyasaya çıkmamıştı.

Aydın Doğan, 1994 yılında Hürriyet’i de satın aldı ve yeniden patronum oldu! Basında tekelleşme dönemi başlıyordu. Para babaları basına giriyor, kendi yayın organlannın gücünü kullanarak kendi işlerini bitirip paraları cebe atıyordu. Medyada rezalet, yalakalık, satılmışlık böyle başladı.

 

İktidarın emriyle 2007 yılında Hürriyet’ten kovulunca, 2009 Ekim ayına kadar boşta kaldım. Tayyip korkusu artık dağları bürümüştü! Sürekli davet aldığım ve benim Hürriyet’teki eski yazılarımı yayınlamaya başlayan Sözcü dışında hiçbir gazete bana yazdırmak istemiyordu. Ekim 2009’da Sözcü’de başladım. Ancak boşta geçen iki yılımı da iyi değerlendirip Hürriyet’te yaşadıklarımı, medya rezaletlerini anlatan üç ayn kitap yazdım. Bunlar da toplam 102 baskı yaptı.

Sevgili okuyucularım yazımın başında da söylemiştim, bugün benim için çok özel bir gün. Gazetecilikte 35. yılımı doldurduğum mutlu bir gün. Onun için sizlere biraz kendimden söz ettim.

“Okuduğumuz bu adam kimdir, neyin nesidir, geçmişi nedir” diye soracak olursanız, kısaca yanıt vermeye çalıştım.

Yarınki yazımda ise sizlere bu meslekteki 35 yılımın hesabını dürüstçe vereceğim. Yarın görüşmek üzere.