"Affet beni kızım" mesele sadece Gezi Parkı değil

"Affet beni kızım" mesele sadece Gezi Parkı değil
2 Temmuz 2013 10:11

Taksim’de başlayan Gezi Parkı eylemleri tüm Türkiye’yi sardı. Yurttaşlar İstanbul’un akciğerlerine sahip çıktı.

Ancak Türkiye’de ve özel olarak İstanbul’da
çevre katliamı Gezi Parkı’ndan ibaret değil. Hatta Gezi Parkı’nın
yıkımının son dönemde çevreyi tehdit eden projelerin bir sonucu olduğu
bile söylenebilir. Kanal İstanbul’dan yeni havaalanına kadar hem şehir
hem Türkiye ağır bir çevresel tehdit altında.

Çevresel değerler üzerine bir makale yazmamı isteyen kızıma bunun amaç olamayacağını bir süredir anlatmak zorluğu içindeyim. Neden
diyor devamlı. Ben de açıklamakta zorlanıyorum. Ama diğer bireysel
hakların ne durumda olduğu çevresel değerlerin nasıl korunmadığına dair
de fikir verebiliyor. Görüyoruz ki yaşadığımız düzen içinde önce insanca var olma hakkı, yaşama hakkı, kendini ifade etme hakkı, adil yargılanma hakkı, önceden izin almadan toplanma hakkı, eleştirme hakkı, haber alma hakkı, kişisel ve ailesel mahremiyetin korunması hakkı hepsi hep birlikte ve kabaca ihlal ediliyor.
Oysa bunlar daha temel, iyi bilinen ve rejimin anayasasında 50 yıldır
var olan insan hakları. Çevresel değerlerin korunması için bağlayıcı
hukuk kurallarının uygulanması bir yana topluma korku salınmış,
demokrasinin olmazsa olmazı sayılan eleştiri hakkına dahi tahammül
edilemiyor; eleştiriyi imkansız kılmak ve “başarılıymış” algılamasını hâkim kılmak adına basın korkutuluyor, çalışanları tasfiye ediliyor, sermayesi el değiştiriyor, tarafsızlıklar akçalı işlemler veya ikbal sağlanarak önlenmeye çalışılıyor. Bu şartlar altında bireylerin doğası bozulmamış kendince elverişli bir çevrede yaşama ve sosyal düzenini geliştirme hakkının da elinden alındığına itiraz imkânı acaba ne derecede kalıyor olabilir?

DOĞA KATLEDİLİYOR

Mesela maden ruhsatları, taş ocak ruhsatları eliyle yemyeşil
ormanlarda yüz binlerce ağaç kesilmiyor mu? Doğanın dengesi yemyeşil
dağlarda ağır kirletici kimyasal atık barajlarının varlığı ile birçok
yurt köşesinde tehdit altında değil mi? (Kazdağları, Bergama, Tekirdağ
vb ). Elli yılda bir kendini yenilemek döngüsündeki yer altı su kaynakları ağır bir kirlenme baskısı altında değil mi? Önüne gelen yere kent planları değiştirilip çok yüksek binalar dikilip kentin
doğal hava akımı, yaşayanların manzarası, dış görünümü, silueti
bozulmuyor mu? İnsan yoğunluğu plansız olarak artırılmıyor mu? Birçok
gereksiz havaalanı yapılıp, doğa ve çevre tahrip edilip, betonla
doldurulup, inşaatçılara kazanç sağlandıktan sonra kapatılmadı mı (Uşak,
Kocaeli)? Beş Yıllık Kalkınma Planında veya İstanbul Çevre Düzen Planında
hiç adı geçmeyen, ihtiyaç olduğu hiçbir yerde tanımlanmamış, üçüncü bir
havaalanı inşası için İstanbul’un esas su alanları tehlike altına
atılmıyor mu? Bunu belirleyen Çevresel Etki Değerlendirme Raporu (ÇED)
daha hazırlanırken bu su kaynaklarına yaratılacak tehlike göl ve
göletlere su birikintisi gibi önemsizleştirici sıfatlar yakıştırılıp
çevre tahribatına maksatlı gidilmiyor mu? Eksik de olsa hazırlanmış ÇED
Raporu henüz itirazlara açık ve askı süresi içinde iken yetkililer
kalkıp da havaalanı ihalesini yapmadı mı? Bu amaçla 650.000 ağacın
kesilmesine başlanmadı mı? Atatürk ve Sabiha Gökçen havaalanları ile
75 milyonluk yolcu kapasitesine ulaşılabileceği uzmanlarca belirlenmiş
iken bu üçüncünün bir diğer gerçek havaalanı ihtiyacı olduğunu kim
savunabilir? Her Türk vatandaşı yılda bir kez yurt dışına
İstanbul’dan uçsa bile yeterli olacak bu kapasiteden daha fazlasına ne
gerek var, kim açıkladı, kim hesapladı? Hiç kimse! Üstelik dünyada şu an
yapımı sürdürülen dört diğer havaalanından hiçbirisinin kapasitesi
yılda 40 milyonu geçmemektedir, niye İstanbul’da geçmek zorunda?

KANALİSTANBUL’UN TEHLİKELERİ

Henüz 70 bin kadar yerleşkede evsel atıkların ıslahı ve geri kazanımı
için drenaj, kolektör ve arıtma alt yapısı yok iken 40-50 milyar
dolarlık bütçeler Yüksek Planlama Kurulundan İstanbul Boğazına alternatif kanal açılımı için prensipte ayrılmış değil mi? Türkiye’de gereksiz yapılara bunca bol ve sarf edecek mali kaynak var ise,
mahalli yönetimlerin Avrupa Birliği fonlarına muhtaç edilmeden arıtma
ve çevre duyarlı yapılarını tamamlatabilmesi gerekmez mi? Bu suni
İstanbul Kanalının getireceği diğer sakıncalar yanı sıra, Marmara
denizini Karadeniz kirlenmesi ve dip akıntısı eksikliğiyle “çöplük”
haline getirebileceği, tüm İstanbul su kaynaklarını tuzlulaştıracağı ve
bu mega kentin susuz, kötü kokan bir çöplük haline dönüşebileceği ve
hatta tüm İstanbul’un terk edilmesine dahi neden olabileceği bilimsel
hipotezi dikkate alınmış mıdır? Denizdeki oksijen oranının ve
canlılarındaki zengin çeşitliliğin Marmara’da büyük ölçüde zaten
kaybedilmiş olması da dikkatlerden kaçmış olmalıdır. Karadeniz’den
gelen kirliliğin birim zamanda 2-3 milyar metreküp su akışı olan
boğazlardan Marmara kıyılarına etkisi değerlendirilmeden benzeri
nitelikte büyük projelere kalkışılması çevre duyarlı bir yaklaşım
sayılabilir mi? Yerinden yönetime ve çevre değerlerine önem verilmesi
bununla bağdaşır mı? Hele İstanbullulara “bu kanala ne dersiniz” diye soran oldu mu? Oysa ÇED Raporlarının
bir önemli işlevi de halkın bununla ilgili bilgi-belgeye erişimi, görüş
sunması ve bunların çevresel kararlarda dikkate alınmasını
gerektirmesidir. Sahi bu
aniden ortaya çıkıveren kanal İstanbul’da 2009’da yüzlerce uzmanın üç
yıllık bir çalışma sonucunda hazırlandığı kamuoyuna gösterişli şekilde
açıklanan 1/100.000’lik İstanbul Çevre Düzen Planında neden yoktu veya gereksinim duyulmamıştı? Üstelik “kalkınma planları hazırlamak” ve bunların “bütünlüğünü bozacak değişiklikleri önlemek” Anayasa
m.166 ile icra organına düşen bir görev iken! Ancak tam 19 yıldır
aynı siyasi görüşü izleyenlerin yönettiği megakent İstanbul’da varılan
durum “kent arazisinin ranta dönüştürülmesi ve rantın yakınlara aktarılması esası ile
kentliler için çekilmez bir halde ise, doğa ile bütünleşmiş yaşamı
özleyenlerin kenti terk etmekten başka bir seçeneği kalıyor mu?

ÖNEMLİ PROJELER ÇED DIŞINA

Bu konuda sürpriz bir gelişme de Hükümetin yukarıda eleştirilen ÇED raporu eksiklerini gidermek yerine ÇED Raporun uygulamasını tamamen yok eden bir yasayı TBMM çoğunluğuna kabul ettirerek 1) İstanbul’a üçüncü köprü, 2) Üçüncü havaalanı,3) Gebze-İzmir
otoyolu 4) Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajını, 5)
Nükleer santraller
gibi çevreye dev etkisi olan projeleri Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışına çıkartmasıdır.
Böylece Türk vatandaşlarının öz malı olan çevre onlara sorulmadan,
vekillerinin siyasi tasarrufu ile yok edilebilecek olmasının
adaletsizliği hukuki kılıfa sokulmuş olmaktadır. Bu durum gerçekte ise
çevreye görülmemiş ve telafisi çok zor zararlar verirken, Türkiye’nin
taraf olduğu onlarca uluslar arası anlaşma, sözleşmeden doğan
taahhütlerini Anayasa’nın 90/son maddesi de ihlal edilerek yok
sayılabilecektir. Dahası bu haber ana akım medyada sadece Hürriyet
Gazetesinde Yalçın Bayer’in köşesinin dibindeki bir 10 santimetrelik
haber dışında hiçbir şekilde basında yer almamış görünüyor. O halde
halkın da söz sahibi olduğu ÇED eksiklikleri düzeltilmeyip tamamen usul
düzeni yok edilerek konu Türk halkının tepkilerinden de kaçırılmaya
çalışılmıştır. Muhalefetin bu konuda ne yaptığı ise belirgin değil!
Sonunda Taksim Gezi işgali patlak vererek gençlerin doğaya ve çevre
düzenine sahip çıkması ile gözlerden kaçırılanlar hem Türk kamuoyunun
hem de dünyanın gündemine oldukça etkili şekilde taşındı.

AFFET KIZIM SANA ÇEVRE DİYEMİYORUM

Çevre meselesi enerji politikalarından bağımsız ele alınabilir mi?
Bir yanda doğanın en yeşili olan yerlerde hidroelektrik santrali (HES)
yapımı; diğer yanda doğayı en çok kirleten kömür santralleri inşası
izleniyor. İthal doğal gaza dayalı termik ve her şeyi ithal nükleer
santraller ihale ediliyor, hem de kimlere: Çernobil (1000 MW) ve Fukoşima (3x 700 MW) Nükleer felaketlerine kaynak olan yabancılara.
Üstelik onların da dünyada henüz denenmiş olmayan projelerine! Bu
santrallerden her birinin yılda 120 ton kadar oluşacak nükleer
atıklarının çevre güvenliği de ciddi bir sorun olacaktır. Ama daha
önemli çevre sorunlarının ise bu tesislerin ömür bitimindeki
kapatılmasında yaşandığı biliniyor. İşletilmelerinde ise tam ehliyetli
nükleer mühendis ve uzmanları gerektiriyor. Uzunca bir süre Avrupa’da da
nükleer santral yatırımı yapılmayınca Avrupa üniversitelerinde nükleer
fizik dalları kapatılmıştı ve Finlandiya, şu an gecikmeli olarak süren
nükleer santralini yaparken, ortadaki tüm nükleer fizikçileri toplamış
yine de yeterli teknik eleman bulamayınca inşaat sürecini eleman
yetiştirilmesini bekleyecek şekilde ötelemişti. Şu an da durum pek
değişmedi. Herhalde bunun için Rusya’ya önce lisan sonra da nükleer
fizik eğitimi görmek üzere yüzlerce öğrenci gönderilmektedir. Dünyada
son 34 yılda toplam 4000 MW büyüklüğünde üç büyük nükleer santral kazası yaşandı
ve büyük çevresel felaket ile milyarlarca dolar zarar kaydedildi.
Böylece başlangıçta milyonda bir oranında beklenir hesaplanan nükleer
kaza riski de bin kat artarak yüzde bir oranında bir riske yükseldi.
Peki, ama çevresel etkileri bir yana, bu uzun ince yolda nükleer
teknoloji ile ilgili işletmede bir serpinti felaketine uğrarsak, Türkler
nereye kaçıp da korunacak? Yedek bir vatanın var olduğu mu sanılıyor
acaba! Bu konuda nesillerin nasıl etkileneceğini anlamak isteyenler
Çernobil müzesini ziyaret etmelidirler.

YENİLENEBİLİR ENERJİYE YETERSİZ TEŞVİK

Yenilebilir kaynaklara dayalı (rüzgâr, güneş, diğer) enerji
kaynakları doğa ile barışıklar, çevreye zarar vermiyor sayılıyorlar, ama
termik
santrallerden daha az teşvik görüyor ve bir ruhsatlama ticareti yarışı
da süregeliyor. Nükleer santralin ürettiği enerjiye devlet 20 yıl
boyunca 12-13 cent/Kwh bedel ile alım garantisi veriyor iken rüzgar
santrallerinde bu değer 7,5 cent. Güneş ışınlarından buhar
jeneratörleri ile elektrik üreten fotovoltaik
enerjide de konumu çok uygun olan Türkiye, bu yenilebilir kaynağı ise
henüz tam teşviklerle donatamamış durumda. Ama 500 KW’a kadar lisansız
elektrik üretimi ile 13,3 cent gibi bir teşvikle hayata geçirmek
başlangıcında görünüyor.Türkiye’nin güneş enerjisi potansiyeli 80.000 MW ki bu da şu an Türkiye’de kurulu toplam 57.000 MW elektrik üretim kapasitesinin bir buçuk misli eşdeğerdedir. Güneş enerjisi potansiyelimiz kurulacak iki nükleer santralin toplam gücünün 9 misli ve kurulu termik santral kapasitesinin ise iki buçuk misli eş değerinde hesaplanıyor. Ayrıca ihale edilen nükleer santrallerin kapasitesindeki bir rüzgâr santralini bunların sadece beşte bir maliyetinde kurabilmek de mümkün.

Çevre değerlerinin korunması söz konusu ise kullanılmış mutfak
kızartma yağlarından akaryakıt olarak istifade edilmesinin de
düşünülmesi lazım. Biofuel denilen bu yakıt motorlu araçlarda ve
uçaklarda sorunsuz kullanılabiliyor. Örnekleri Sequential Biofuels
(salem, Eugene-Oregon/USA) veya Line/ LAOS’ta görülebilir. Sherbrook
Üniversitesi ve Enerkem (Alberta, Edmonton) bununla da yetinmeyip hem
yanmış mutfak kızartma yağı hem de evsel plastik atıkları yakıta çeviren
teknolojiyi geliştirmiş durumda. Örneğin 330.000 konuttan elde edilen
yıllık 100.000 ton atık işlenerek 45 milyon litre yakıt üretilmesi
sağlanıyor. Önemli maliyetler söz konusu olduğunda üretim teknolojisi
yeni bulunan ve ABD’de doğal gaz fiyatlarının Avrupa’dakinin dörtte
birine düşmesine de neden olan kaya gazının (Sheal gas) da etkisi dikkate alınmak durumunda. Kayagazı ortaya çıktıktan sonra 2008’de birimi 13 $ olan gaz şu an ABD’de 2
(iki) $’a düşmüş olduğu açıklandı. Bu gaz fiyatı düşüşü aynı
zamanda ABD’de yapımı planlanan nükleer reaktörlerin durumunu belirsiz
hale getirmiş durumda. Çünkü iyi bir son nesil gaz termik enerji
santralinden birim KW enerji 0,04 cent maliyetle sağlanırken, nükleer
enerjide bu durum 10 KW cent. Daha önce gaz dönüşüm santrallerinin
ürettiğe elektriğin devletçe garantili fiyattan satın alınmasına
cömertçe sağlanmış teşvikli fiyatların da bu yeni buluştan etkilenmesi
ve normalleştirilmesinin düşünülmesi gerekir. Harcanan her bir
teşvik bedeli (cent) vergi mükellefinin alın terinden sağlandığına göre
vatandaş olarak bunun nasıl sarf edildiği üzerinden söz sahibi olmamız
gerekir. Sonuçta enerji politikalarının çevre koruma değerleri ve
maliyet-etkinlik ile bağdaşır bir politikayı yansıttığına inanabilmek
çok güç. 

Bu konuda bir düşünür şu yorumu yapıyor: “…devleti yönetenlerin özel önem verdikleri iktisadi-sosyal projelerin uygulanmasında da ‘hukukun’ buna (kendi koydukları kurallara) tabi olması
kuralını koyma peşindeler. Başbakan’ın büyük yapı kompleksleri, HES’ler,
Nükleer santraller ve ‘kentsel dönüşüm’ adı altında yürütülen ‘iş’leri
teşvik eden hükümet politikasını ‘aksatan
yasal engel ve girişimlerin yanı sıra kendi hükümetinin tarihsel
nişanesi olacak Çamlıca Camii, 2. Kanal gibi fantastik projelere karşı
çıkabilecek adli sorunları bertaraf etmeye matuf bir adli mekanizma
tesisine ne denli teşne olduğu her fırsatta görülebiliyor. ‘Yargıya
söyledik ve uyardık’ lafını kolayca ağzından kaçırıvermesi bu zihni
hazırlığın düzeyinin göstergesi
”. Bu
anlayışın olduğu bir yerde ÇED Raporu gelecek kuşakların emanetçisi
olarak kullandığımız çevresel değerlerimizi korumayı ne ölçüde
sağlayabilir, düşünülmesi gerekir.

TARIMDA DA ÇEVRE DUYARLILIĞI YOK

Tarım ve hayvancılık da bunlardan farklı değil: et ithali, canlı
hayvan ithali ile doğal şartlarda beslenen yerli ırkların et üretim
maliyetlerini kurtaramaz hale gelmesi ile bu defa da yem ve ot ithali
ile bir diğer gayrı ekonomik sarmal içine giriliyor. Türkiye’nin ucuz
dövize dayalı finansal modelinin bir sonucu olarak yurt içinde üretilen
et ürünleri maliyeti karşılayamaz iken son on yılda 2,5 milyar dolarlık
canlı hayvan[xv], bir milyar dolarlık da süt ve yumurta ithal edilmiş
durumda. Bu durum ise orta ölçekteki işletmelerin, çiftliklerin
kapanması; nerede kimlerce yetiştirildiği bilinmeyen yabancı ırkların
ithali ile iç tüketime verilmesine neden oluyor. Genetiği Değiştirilmiş
Gıda ve Tarım Ürünlerinin (GDO’lu) durumu daha da felaket. GDO girmemiş
tohum kaldı mı bilemiyorum? GDO’lu tohumların yarattığı felaketler
uzun bir liste tutuyor. Hindistan’da Şatisgarh Eyaletinde 1500 Hintli çiftçi ortak karar ile 2011 Aralık ayında intihar ederek bu konuyu ancak manşetlere taşıyabildi. Anlaşıldı ki aslında önceki altı yılda da 100.000’den fazla çiftçi aynı nedenle kendini öldürmüştü. Nedeni kısaca, GDO’lu tohumlardan beklenen mucizenin gerçekleşmemesi, Hükümetlerin GDO’lu tohumların önünü açacak düzenlemeler yapması
ve çiftçilerin borç sarmalına sürüklenmeleri idi. Bu arada GDO’lu ürün
yetiştirilirken ekim alanlarının çölleşmesi, diğer bitki türlerinin
(endemikler) zarar görmesi ve biyoçeşitliliğin yok edilmesi ortaya
çıkıyor. Türkiye’de 2006’da kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Yasası
ile GDO’lu tohum üretici ve ithalatçılarının devlet eliyle pazar
kazanmasının önü açılmış görünüyor.

Bu arada ulaşımdaki tercihlerimizin de karayolu ağırlıklı
teşviklerle dolu olması, hatta yerli tasarım otomobil markası
yaratılmasının teşvik edilmeye çalışıldığı dikkate alındığında çevrenin
önemsenmediğini görüyoruz ki bunun kapsamı da ayrı bir diğer
değerlendirme gerektirecek genişlikte.

Yavruma seslenirken…

İşte değerli kızım, yönetimin tercihleriyle yaşadığımız çevrede
oluşan olumsuzluklar bu yönlerde hız kazanmış olunca, çevre değerlerinin
yüceltilmesine yönelik bir yazı yazabilmek bana çok zor geldi, onun
için yazamıyorum. İnşallah sizin nesilleriniz daha bilinçle bu konuda
doğrulardan sapılmasını engelleyecek çaba içinde olurlar.

Affet.

Amiral Deniz Kutluk

Odatv.com