Su Politikaları Derneği Başkanı Yıldız: Su kaynaklarının stratejik özelliği artınca küresel güçler devreye girdi!

Su Politikaları Derneği Başkanı Yıldız: Su kaynaklarının stratejik özelliği artınca küresel güçler devreye girdi!
6 Eylül 2020 12:11

Bugün, Giresun’daki sel felaketi üzerinde durmak istiyoruz. Sel felaketinden sonra her zaman olduğu gibi alışılmış sözler duyuldu. Yaraların sarılacağı dile getirildi, bu arada sorumluluk yine Giresunluların üzerine atıldı; “Dere yataklarına konut yapılır mı” denildi. Ama selin etkisiyle sarsılan Giresunlular da “Siz neden izin verdiniz neden imara açtınız” diyemedi, çünkü canını zor kurtaran malvarlıkları sele kapılmış halkın yanıt vermeye mecali kalmamıştı. Konuğumuz Su politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız.

 

Nurzen Amuran / Odatv

 

Sayın Yıldız, Giresun’da yaşanan sel felaketinden sonra can ve mal kayıplarının nedeni sadece dere yataklarındaki yapılaşma mıdır? Yetkililer, “dere yataklarına binalar yaptınız. Bu nedenle bu acı tablo çıktı” diyorlar, ama o binaların yapımına izin veren o bölgeyi imara açanlar eleştirilmiyor. Alt yapı eksiklikleri yanında bölgenin coğrafi yapısı da sel riskini barındırmıyor mu? Muhalefet bölgede yapımı sürdürülen HES’lerin de durdurulmasını istiyor.

 

Dursun Yıldız: Bu konu her taşkından sonra gündeme gelir. Üzerinde konuşulur ve bir sonraki taşkına kadar unutulur. Bu taşkından sonra da spekülatif ve sansasyonel olanlar dışında aynı açıklamalar yapıldı. Taşkınların sebep sonuç ilişkisi belli. Ben bir kez daha tekrar edeyim. Doğu Karadeniz’de taşkınların nedeni büyük ölçüde yapısaldır. Bu neden sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve coğrafi koşullarla beslenir. Bu nedenle çözümü kolay değildir. Zaten taşkınların mutlak önlemi yoktur. Bölgede iklim değişikliğini de dikkate alan kısa, orta ve uzun vadeli bir taşkın yönetim planının uygulanması lazım. Ancak biz orta vadeli planları bile yürütemiyoruz. Kısa vadeli çözümlerde tıkanıp kalıyoruz. Gündelik çözümler yapısal sorunları ortadan kaldıramaz sadece erteler. 13 yıl önce bölgedeki HES’lerin planlaması ve yapımı özel sektöre bırakılınca sorun orada başladı. Planlama çok ciddi bir iştir. Havza ölçeğinde yapılmalı ve ekosistem dengesini azami ölçüde dikkate almalıdır. HES’lerin planlaması tekil olunca aynı havzada hatta aynı nehir üzerindeki HES işletmeleri de koordinasyonsuz oluyor. Birçok sorun ortaya çıkıyor. Bundan sonra da çıkacak.

 

 

Bölgedeki HES projeleri çok büyük oranda tamamlandı. Bundan sonrakilerin durdurulması çok marjinal bir fayda sağlar. HES’lere karşı muhalefet veya savunu uzun zamandır teknik, ekonomik, ekolojik ve enerji güvenliği ekseninden çıktı. Çok katı politik bir alana kaydı. Bölgede yaşayanlar, ekolojik denge ve ekonomi zarar gördü.

 

 

Amuran: Tirebolu-Doğankent arasındaki yolda bir çökme yaşandı. Can kayıpları oldu. Çökmenin nedeni, yolun taşkınlara karşı dirençli bir alt yapısının olmayışı mı? Bir mühendis olarak size göre yol neden çöktü? Bundan sonra hangi önlemler alınmalı?

Yıldız: Buradaki taşkın hasarı, haberlerin çoğunda Menfez çöktü şeklinde yer aldı. Burada menfez değil yol çöktü. Tirebolu-Doğankent yolunda yan dereden gelen taşkın suları menfez kapasitesinin yetersizliği, tıkanma ve hidrolik dizyan eksiklikleri gibi nedenlerle yolun altına serilen dolgu malzemesini yıkadı. Menfezin altını ve çevresini boşalttı. Menfez kırıldı ve sonunda yol çöktü. Bu hasar hiç beklenmiyordu. Taşkına müdahale için orada bulunan ekipler şehit oldu. Buradan almamız gereken birçok ders var. Öncelikle bölgedeki köprü, menfez gibi tüm sanat yapıları DSİ tarafından iklim değişikliği de dikkate alınarak kontrol edilmeli. Bu örnekte olduğu gibi menfez yerine köprü gerektiren yerler tesbit edilmeli ve hızla yeniden inşa edilmeli. Bununla birlikte taşkına müdahale edecek olan ekiplerin olası riskler ve müdahale şekilleri konusunda eğitilmeleri de çok faydalı olacaktır.

 

 

Amuran: “İklim Değişikliğinin Doğu Karadeniz Havzasında Su Kaynaklarına Etkisi” konusunda bilimsel bir rapor hazırlandığını ve bu raporda, yağışların giderek artacağı ve şiddetli olacağı yazılmış. Bu rapor 2016 tarihinde yayınlanıyor. Bugün olanlar için yetkililere uyarıda bulunuluyor… O günden bu yana ne gibi koruyucu önlemler alınmış. Değişen iklim koşullarına göre daha önce alınmış olan önlemlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmez mi?

Yıldız: Su Yönetimi Genel Müdürlüğü bu raporları bütün havzalarımız için hazırlatıyor. Doğu Karadeniz için hazırlanan bu rapor da, dediğiniz gibi 2016 yılında tamamlandı. Bu rapor, Doğu Karadeniz’de su kaynakları planlaması yapan ve su hizmetleri yönetimi sorumluluğu taşıyan kişi kurum ve kuruluşlar için referans alınacak bir rapordur. Rapordaki “2015-2020 yılları arasında yağışlarda ve yağış şiddetinde artışlar olacak” yakın öngörüsü doğru çıkmıştır. Bölgede daha önce yapılan çalışmaların bu rapordaki projeksiyonlara göre revize edilmesi gerekiyor. Ancak bu önlemlerin uygulanması gecikiyor.

 

 

SORUNLARA BÜTÜNCÜL VE DİSİPLİNLERARASI BİR DÜŞÜNCE İLE BAKAMIYORUZ

 

 

Amuran: Önlemlerin uygulanmasındaki gecikmenin nedenleri eski teknolojinin uygulanması mı yoksa nitelikli eleman yetersizliği mi, bilgi eksikliği mi?

Yıldız: Önlemlerin belirlenen bir yol haritasına göre birbirini tamamlayan adımlar olarak uygulanması için koordinasyon içinde bir altyapı sağlanabilmiş değil. Temmuz 2019 da Sayın Bakan Kurum, Karadeniz Bölgesi’ndeki 6 ili kapsayan, 15 maddelik İklim Değişikliği Eylem Planını açıkladı. Bu arada Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından Doğu Karadeniz ve Çoruh Havzaları Taşkın Yönetim Planını hazırlıkları sürdüğünü biliyoruz. Aynı zamanda havza yönetim eylem planları hazırlanıyor. Yerel Yönetimler çeşitli önlemler alıyor. Her kurum kendi çapında bir şeyler yapıyor ama sistemli ve koordineli değil. Sorunuzun kısa ve net yanıtı şu: Türkiye’nin diğer alanlarda olduğu gibi su yönetiminde de yeni bir anlayış ile yasal kurumsal ve idari açılardan bir sistem değişikliğine ihtiyacı var. Suya bakış ve suyu yönetme paradigmamızı değişen koşulları da dikkate alarak toplumcu gerçekçi bir çizgiye çekmeliyiz. Bu alanda da radikal bir düşünce devrimi gerekli… Sorunlara bütüncül ve disiplinlerarası bir düşünce ile bakamıyoruz. Eğitim altyapımız buna uygun değil. Bu değişimlere Türkiye’nin su, enerji, gıda, çevre ve taşkın güvenliğini sağlamak için mecburuz. Bunu sağlayabilmemiz için mevcut kurumların hafızalarının yok olmaması ve kurumsal yapılarının yenilenerek geleceğe taşınması lazım. Bu yeni sistem liyakat, bilgi, teknolojik gelişmelerin takibi, disiplinlerarası düşünce sistemi gibi unsurları da doğal olarak kapsayacaktır. Yoksa bu kavramların gerekliliği yıllardır ifade edilir ama sistemle birlikte ele alınmadığı için hep lafta kalır.

 

 

Amuran: Enerji politikamızda dışa bağımlılığımız giderek arttı. Oysa yenilenebilir enerji kaynaklarından olan Hidroelektrik Enerji kaynağımızdan daha etkin yararlanabiliriz. Önce isterseniz tarihsel sürece bakalım. Anadolu’da ilk baraj inşaatı ne zaman yapılmış ve Cumhuriyet döneminde aydınlanma dışında sanayide tarımda kullanılması nasıl bir süreci izlemiş?

Yıldız: Enerji’de büyük oranda dışa bağımlıyız. Bu nedenle yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızı geliştirmeye çevreye duyarlı projeler ve planlamalar yaparak öncelik vermeliyiz. Anadolu’da ilk su toplama yapısının Hititler tarafından orta Anadolu’da yapılmış olduğu biliniyor. Osmanlı dönemindeki su biriktirme yapıları daha çok içme suyu amaçlı İstanbul çevresinde toplanan bentler olmuş. Cumhuriyet dönemimizin ilk baraji ise Çubuk Barajıdır. Daha sonra 1954 yılında kurulan DSİ Genel Müdürlüğü su ve toprak kaynaklarını geliştirme yetki ve sorumluluğunun gereğini başarı ile yerine getirmiştir. Planlı dönemle birlikte suyun tarımda ve sanayide kullanılmasına yönelik projeler artmıştır. Halen ülkemizde suyun yaklaşık %75’i tarımsal sulamada %15’i evsel olarak %10’u ise sanayide kullanılmaktadır.

 

 

Amuran: Bugün en çok tartışılan konu, “2005’den günümüze kadar nehir ve kanal HES’lerinin bir bölümünün uzmanlar tarafından “gerekli teknik incelemeler, ölçümler yapılmadan gerçekleştirildiği” iddiası. Ayrıca “Su Kullanım Hakkı Anlaşması” yapılması ve anlaşma ile elde edilen HES’lerin planlama, projelendirme, ÇED Raporu, inşaat denetleme ve işletme sürecinde sorunlar çıktığı belirtiliyor. Nedir bu sorunlar, yarattığı sonuçlar nelerdir?

Yıldız: Nehir ve Kanal tipi lisanslı HES’lerin önemli bir bölümü, özellikle mühendislik hidrolojisi hesapları için yeterli uzunlukta güvenilir veri elde edemediler. Gerekli çalışmalar ve ölçümler yapılamadı. Etüt ve plan çalışmaları yetersiz kaldı. Bu durum HES’lerin kapasite faktörlerini ve yıllık üretimlerini düşürdü. Biz SPD olarak bu konuyu inceledik ve sonuçları Temmuz 2019 tarihli “İşletmedeki HES’lerin Kapasite Faktörleri” raporumuzda yayınladık. HES’lerde planlanan üretimin gerçekleşen üretime oranı ki bu “kapasite faktörü” olarak tanımlanır, bu oran çalıştığımız 2014-2019 yılları ortalaması olarak düşük. Önümüzdeki yıllarda iklim değişikliğinin etkisi ile özellikle Doğu Karadeniz dışındaki bölgelerimizde daha da düşebilir. Bundan 10 yıl önce de söylemiştim. Tekrar edeyim. O dönemde havzadaki HES’lerin planlaması özel şirketler tarafından değil DSİ tarafından yapılmalıydı. Bu durum bir havzadaki hidroenerji potansiyelini en ekonomik olarak ve bölgede yaşayanlara ve doğal çevreye saygılı bir şekilde geliştirmemize imkan sağlayacaktı. Projelerin planlama raporlarının ÇED raporlarının ve inşaatlarının denetlenmesi süreçleri de sorunlu oldu. Bunlar bugün yaşadığımız sonuçların sebeplerini oluşturdu.

 

 

SU YÖNETİMİ ÇOK BAŞLI ÇOK PARÇALI VE KOORDİNASYON EKSİKLİĞİ İÇİNE GİRDİ

 

 

Amuran: Sizin hazırladığınız bir raporda, “Su kaynaklarının yönetiminde ülkemizde en göze çarpan özellik, merkezi planlamadır” diyorsunuz. Ancak son yıllarda planlara ne kadar uyuldu, plansız hangi kuruluşlar kuruldu ve bunlar arasındaki koordinasyon ne derece sağlandı ve yetki karmaşasına neler yol açtı, bir analiz yapar mısınız? Sizin de en hassas olduğunuz konu “Su yönetiminin kurumsal ve yasal alt yapısının henüz oluşmadığı.”

Yıldız: Türkiye 1960 sonrası başlayan ve birbirini izleyen beş yıllık kalkınma planı dönemlerinde su kaynaklarını hızla geliştirdi. İlk üç plan döneminde oluşturduğu altyapı ile DSİ merkezi kurumsal yapısını geliştirirken suyu nehir havzaları ölçeğinde geliştirmeye çalıştı. Çok bilinmez ama rahmetli Süleyman Demirel DSİ Genel Müdürü iken su projelerinin havza ölçeğinde entegre olarak geliştirilmesine dikkat çeken bir genelge yayınlamıştı. DSİ bu gelenek ve özveri ile çalışırken 1981 sonrası uygulanan neo liberal politikalardan etkilendi. Kamusal merkezi otorite zayıfladı, özelleştirme politikaları hız kazandı. Su kaynakları projelerinin planlama ve uygulamasında sosyo-politik faktörlerin olumsuz etkisi arttı. Ama bu dönemde bile GAP‘ın ilerlemesi sağlandı. Bu dönemde Dünya Bankası’nın yapısal uyum kredileri ile kamu kurumları yeniden şekillendirildi.

 

Parçalanan veya yeni oluşan (Su ve Kanalizasyon İdareleri, SYGM gibi) kurumlar arasında yetki karmaşası oluştu. Su yönetimi çok başlı çok parçalı ve koordinasyon eksikliği içine girdi. Aslında kurumların da 50-60 yıl gibi aktif ömürleri var. Bu süre sonrasında değişen koşullara adapte olabilecek şekilde yeniden yapılanmaları gerekiyor. Bu değişim sizin kendi öngörünüz ile yapılabildiği ölçüde size kurumsal hafızanızı koruyabilme imkanı sağlıyor. Bunu başaramadık. Şimdi su yönetimi bir geçiş dönemi yaşıyor. Su yönetiminde kurumsal ve yasal altyapı süreci tamamlanmış değil. Su Yasası Taslağı 6 yıl önce hazırlanmaya başladı. Ancak henüz yasalaşmadı. Yayınlanan yönetmeliklerle bazı yeni su yönetimi kurumları oluşturuldu. Ancak yasanın çıkmamış olması ve Türkiye’nin yeni siyasal sisteminin eksikliklerinden kaynaklanan sorunlar, su yönetiminin parçalı ve koordinasyon eksikliği içindeki yapısının devam etmesine neden oluyor. Son dönemde yerel yönetimlerin genişletilen yetki ve sorumluluk sınırları, çarpık kentleşme, kentlere yığılma ve iklim değişikliği özellikle kentlerimizde su ve kanalizasyon hizmeti veren idarelerin kurumsal, yasal ve idari olarak yeniden yapılandırılmasını gerekli kılıyor. Büyükşehirlerdeki bu 30 su ve kanalizasyon idaresi Türkiye’nin nüfusunun % 75’ine Su ve Kanalizasyon hizmeti veriyor. 2019 yılı Ocak ayında 2650 sayılı Su ve Kanalizasyon İdareleri kanununda yapılacak olan değişikliklere ilişkin bir istişare toplantısı yapıldı. İki gün süren toplantıya Yerel Yönetimler Politika Kurulu Üyeleri, Bakanlık yetkilileri, Su ve Kanalizasyon İdareleri Genel Müdürleri hukuk müşavirleri, uzmanlar katıldı. TBMM’ye sunulmak üzere bir taslak hazırlığı var. Su yönetiminin yasal altyapısı ile ilgili daha fazla zaman kaybetmemek için bu taslağın bekleyen Su Yasasını ve Türkiye’nin yeni idari yapısını ve olası değişimleri de dikkate alması gerektiğini düşünüyorum.

 

 

Amuran: 2010 yılında bir çalışmanız olmuş. “Su Kaynakları Bakanlığı Yasa Tasarısı Taslağı” hazırlamışsınız. Hazırladığınız taslakta öngördüğünüz Su Kaynakları Bakanlığı görev ve yetki karmaşasını engelleyecek miydi? Bu taslakta nasıl bir yeniden yapılanma öngörmüştünüz? Sizden bugün yeniden bir yasa teklifi taslağı hazırlayın deseler nelere öncelik tanırdınız?

Yıldız: Evet o dönemde DSİ’nin Başhukuk Müşavirliğini yapmış olan rahmetli Özdemir Özbay’ın büyük katkılarıyla bir ekip olarak Su Kaynakları Bakanlığı Yasa Tasarısı taslağı hazırlamıştık. İlgili tüm kurum ve kuruluşlara gönderdik. Bu taslakta DSİ Genel Müdürlüğü’nün, yeni bakanlığın kurumsal altyapısını oluşturmasını değerlendirmiştik. DSİ’nin plan, proje gibi yetki ve sorumluluklarından bazılarının DSİ dışındaki yeni bir yapıda değil, DSİ ye bağlı olarak yeniden yapılandırılmasını önermiştik. DSİ’nin sosyo-politik etkilerle artan Bölge Müdürlüğü sayısının optimum sayıya çekilmesini belirtmiştik. Bugün su yönetimi için konuşulan bazı kurumların birleştirilmesi ve havza ölçeğinde bir yönetim yapılanması bizim önerilerimizin isabetli olduğunu ortaya koyuyor.

 

 

Sorduğunuz gibi bizden bir yasa teklif taslağı hazırlamamızı isteseler şunları önerirdim:

Yeni bir yasa taslağı hazırlığında,

-Su kaynaklarını tüm topluma sahiplendirecek bir kurumsal ve yasal zemini oluşturmaya,

-Sivil toplum kuruluşlarının, kooperatifler ve birliklerin çağdaş bir kurumsal yapıya kavuşturularak su yönetiminde yer almasına,

-Su yönetiminde kontrolü bizde olacak bir dijitalleşmeye,

-Kurumların daha esnek bir anlayışla yönetimi, gelişmelere hızla adapte olacak şekilde reorganize edilmesi ve birbirleriyle ilişkilendirilmesine,

-Su yönetiminde “Uyarlanabilir Entegre Yönetim”e yönelik bir yapılanmaya,

-Yasanın özellikle su yönetimi vizyonunu ve Ulusal Su Planı’nın “temel ilkeleri”ni kısa ve net bir şekilde tanımlamasına imkan tanıyacak bazı düzenlemeleri öne çıkartırdım.

 

 

Amuran: Çağımızın getirdiği sorunlar nedeniyle sizin sık sık gündeme getirdiğiniz “bütünleşik su kaynakları yönetim anlayışı” uluslararası toplantıların da konusunu oluşturuyor. Bu kavramın AB Su Çerçeve Yönergesinde de yer aldığını hazırladığınız raporlardan öğrendik. Bu uluslararası toplantılarda özellikle neler tartışılıyor, hangi konular üzerinde daha hassas davranılıyor?

Yıldız: Küresel su yönetimine ve su politikalarına teknik, ekonomik ve politik olarak karar verilen uluslararası toplantılar hemen her iki üç yılda bir yapılır. Bu toplantılar BM Su Komisyonları, Dünya Su Konseyi (WWC), Uluslararası Su Kuruluşu(IWA), Dünya Bankası (WB), IMF, İsveç Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI), Cenevre Su Merkezi (CWH) gibi kuruluşlar tarafından düzenlenir. Gelişmelere göre teknik, ekonomik politik su gündemi önceden belirlenir. 19. yüzyılın ortalarından bu yana Havza ölçeğinde su yönetimi, bütünleşik su yönetimi, uyarlanabilir su yönetimi, su hizmetleri yönetiminde özelleştirme, suyun arıtılarak yeniden kullanımı, döngüsel su kullanımı, Akıllı Su Kentleri, Su Yönetiminde Dijitalleşme gibi yeni modeller ve politikalar bu toplantılarda gündeme taşınmış ve uygulanmıştır.

 

 

Amuran: Dünyadaki kurumsal yapılanma modellerinden bizim için örnek olacak modeller var mı? Hangi model bize daha yakın?

Yıldız: Su yönetiminde kurumsal yapılanma ülkelerin suyu hangi sosyal, teknik ve politik anlayışla yöneteceğine de bağlı olarak şekillenir. Son dönemde bu anlayışın havza ölçeğinde bütünleşik su yönetimi, arıtılmış atık su kullanımı, katılımcılık, şeffaflık, doğal çevreye saygılı olma, suyu bir canlı hakkı olarak ele alma gibi bazı temel özellikleri kapsadığını görüyoruz. Ancak son çeyrek yüzyıldır uygulamada suyun ekonomik açıdan özelleştirme, teknik açıdan dijitalleşme, politik açıdan ise uluslararasılaşma politikalarının etkisinde olduğunu görüyoruz. Su Yönetimi Kurumsal Modeli öncelikle merkezde etkin koordinasyonu sağlayacak, havza veya havza bölgeleri ölçeğinde hızlı uygulamaları yapacak katılımcı, şeffaf, sosyo-politik etkilerden olabildiğince uzak bir yapılanma olmalıdır. Su hizmetleri kamu hizmeti anlayışı ile sağlanmalıdır. Bu yapının merkezde ve yerelde oluşabilmesi için Türkiye’nin yeni yönetim düzenindeki eksikliklerini tamamlaması gerekiyor. Su yönetimi kurumsal modeli de buna göre oluşur. Bu nedenle ülke modellerinden bir örnek vermek zor…

 

 

SINIRAŞAN SU KAYNAKLARI STRATEJİK BİR DIŞ POLİTİKA ENSTRÜMANI OLARAK KULLANILMAYA DEVAM EDİLECEK

 

 

Amuran: Gerek çevre politikaları gerekse sınır aşan suların dış politikadaki yeri açısından, uluslararası ilişkilerde su kaynaklarının yönetimi önem taşıyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Yıldız: Kısaca dünya nüfusunun yaklaşık %40’ı sınıraşan su havzalarında yaşıyor. 263 sınıraşan nehir havzası var. İklim değişiminin de etkisiyle Nil, Dicle-Fırat, Aral, Ganj-Brahmatura gibi sınıraşan su havzalarında gerilim artabilir. Sınıraşan suların yönetimi konusundaki BM’deki çalışmalar 1950’lerde başladı. Sınıraşan su yolları konusundaki en temel sözleşme olan BM Sözleşmesi 1997’de yayınlandı ve 17 yıl sonra 2014 yılında uluslararası yürürlük kazandı ama bu sözleşmeye daha sadece 37 ülke taraf oldu. Özetle, 20nci yüzyılda bu konuda ülkeler arasında tam bir mutabakat sağlanamadı. Halen 263 Sınıraşan nehir havzasının 157’sinde hiçbir işbirliği çerçeve anlaşması yok. Anlaşma bulunan havzalarda ise daha çok ikili anlaşmalar yapılmış durumda. Bunun anlamı sınıraşan suların yönetimi için uluslararası alanda daha yapılması gereken çok şey olduğudur. Öncelikle BM sözleşmesinde iklim değişikliğinin anlaşmalarda yarattığı sorunları dikkate alan bir revizyon yapılmalı. Özellikle azgelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyalardaki sınıraşan su anlaşmazlıkları küresel güçler tarafından hegemonya oluşturma fırsatı olarak kullanılmakta. Su kaynaklarının stratejik özelliği arttı ve küresel güçler bunu hegemonik politikaları için kullanıyor. Sınıraşan su kaynakları, iklim değişikliğinin de etkisiyle stratejik bir dış politika enstrümanı olarak kullanılmaya devam edilecek. Hatta bazı bölgelerdeki ülkelerce tekrar güvenlikleştirme politikaları kapsamına da alınabilir. Bu da ülkeler arasındaki işbirliği yerine gerilimin artmasına neden olur.

 

 

SU TALEBİ SÜREKLİ VE YAŞAMSAL BİR DOĞAL KAYNAK OLMASI İTİBARİYLE SADECE BİR İNSAN HAKKI DEĞİL BİR CANLI HAKKIDIR

 

 

Amuran: 2019′ da yayınladığınız bir raporda, “su kaynakları ve su hizmetleri yönetimi uzun dönemdir suyun ticarileşmesine yönelik küresel su politikalarının ilgi alanındadır.”diyorsunuz. Su hizmetleri yatırımları yapan ulusötesi sermayenin su yönetiminin yeniden yapılandırılmasında kamusal bir yapıya mesafeli olduğunu görüyoruz. Oysa bizim için kamu odaklı yönetim daha uygun değil mi? Sizin önerileriniz ve beklentileriniz nedir?

Yıldız: Su ve kanalizasyon hizmetleri yönetimi son 30 yıldır ulusötesi sermeyenin ilgi alanında. Bu ilgi Dünya Bankası(DB) finans politikalarıyla da desteklendi. DB kredileri özelleştirme şartına bağlandı. Dünya Bankası son 30 yıldır 65 ülkede 1075 adet su ve kanalizasyon projesine 89 milyar dolarlık kredi açtı. Bu kredinin yaklaşık yarısı Doğu Asya ve Pasifik, %40’ı da Latin Amerika ve Karayip ülkelerine verildi. Ancak bu uygulama hızla artan su fiyatları ve azalan hizmet kalitesi nedenleriyle birçok ülkede sosyal huzursuzluklar yarattı. Bunun sonucu olarak 16 milyar dolarlık 63 proje iptal edildi veya ilerletilemedi. Son 10 yılda ise 365 kredili projeden sadece 1 adedi iptal edildi. Bu da küresel su politikalarındaki kısmi revizyonu ortaya koyuyor.

Su, talebi sürekli ve yaşamsal bir doğal kaynak olması itibariyle sadece bir insan hakkı değil bir canlı hakkıdır. Bu nedenle su hakkının kısıtlanmaması ve su hizmetlerinin kamu hizmeti olarak verilmesi gerekir. Ancak suyun israfı da bir hak değildir. Buna yönelik de farkındalığı arttırmak gibi önlemler alınmalıdır. Birçok ülkede, örneğin AB ülkelerinin %50’sinde su hizmeti bir kamu hizmeti olarak verilmektedir. Almanya buna en belirgin örnektir. Bu hizmetin bir kamu hizmeti olarak verilmesi dinamik bir planlama ve etkin bir kurumsal altyapı ve politikalar gerektirir. Bunlar da yetmez çünkü su yönetimi, mevcut genel yönetimdeki aksaklıklardan ve bunların sonuçlarından doğrudan etkilenir. Bu nedenle su yönetimindeki problemlerin mutlak çözümü kolay değildir. Sistemin oluşması zaman alır. Kurulan bu sistemin gelişmelere göre revizyonu da gerekir. Örneğin ülkemizde de su yönetimi konusunda bazı düşünce kalıplarının dışına çıkılması ve yönetim paradigmasının değişmesi gereklidir. Su yönetiminde toplumcu ama gerçekçi politikalara ihtiyacımız var. Su yönetiminde plansızlık ve popülist politikalar sizi sonunda zorlanmış çözümlere, şartlı kredilere ve ulusötesi şirketlere mecbur kılabilir. Bu nedenle yerelde su yönetimlerinin bu riski göz ardı etmemeleri ve planlı hareket etmeleri önem taşımaktadır.

 

https://odatv4.com/su-kaynaklarinin-stratejik-ozelligi-artinca-kuresel-gucler-devreye-girdi-06092020.html