Ömer Faruk Eminağaoğlu: Yargıda da Cumhur İttifakı var!

Ömer Faruk Eminağaoğlu: Yargıda da Cumhur İttifakı var!
22 Şubat 2020 11:20

İstifa ettiği 2015 yılına kadar gerek Yargıtay’da gerekse çeşitli bölgelerde yargıçlık ve savcılık yapmış, Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin (YARSAV) kurucu başkanlığını üstlenmiş ve uzun süre başta Fethullahçılar olmak üzere iktidara yakın çevrelerin hedefi haline gelmiş olan, şu sıralar avukatlık yapan Ömer Faruk Eminağaoğlu Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’a konuştu.

 

 

 

Osman Kavala’nın tahliye edildiği halde, daha önce beraat ettiği 15 Temmuz davasından tekrar tutuklanması üzerine pek çok hukukçu “artık tartışmamız gereken şey hukuk değil, iktidar” yorumu yaptı. Eski bir yargıç olarak sizin yorumunuz nedir?

Bir kere Gezi iddianamesini hazırlayan Muammer Akkaş’ın, FETÖ’den ihraç edilen bir savcı olduğunu not edelim. Elbette Kavala hakkında verilen tutuklama kararını hukukla açıklamak mümkün değil. Kavala’nın yeniden tutuklandığı dosya 2017 yılında açılmış bir soruşturma olarak gözüküyor. Peki Gezi davasından beraat etmeyip ceza alsaydı, 15 Temmuz dosyası açılacak mıydı? Demek ki herkes için rafta bir dosya, yedekte tutuluyor. Birinden beraat edince, raftaki dosya devreye konuyor. İktidar, sesini duymak istemediklerine karşı her zaman yargıyı kullanıyor. Türkiye’de yargı, iktidarın kullandığı bir sopa dışında anlam ifade etmiyor.

 

 

Bu yeni bir şey mi?

Darbe dönemlerine baktığımızda aklımıza ilk gelenin, o rejimlerin yaptığı yargılamalar olması tesadüf değil. 1961 ihtilali sonrası idamlar yapılmasaydı, o dönem sadece 1961 Anayasası’yla hatırlanacaktı. Ama Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi, toplumu ikiye bölerek birbirinden uzaklaştırdı. Bu da yargı kararıyla oldu. 12 Mart denince de aklımıza sadece o dönemin bağımsız hareket edemeyen mahkemeleri, yargılamalar geliyor. 12 Eylül darbesiyle ilgili de aklımıza ilk gelen, o dönemin işkence ve mahkeme yargılamalarıdır. Yakın zamanı da, 2010 referandumundan itibaren bu çerçevede ele alabiliriz. Tüm olağanüstü yönetim dönemlerinde yargı, bağımsızlıktan uzaklaşmış, güdümlü hale getirilmiştir. Çünkü yargı üzerinden yaptığınız işlemleri durdurabilecek bir güç yok. İktidar, amacına yargı üzerinden çok daha rahat ulaşıyor. İktidarın yaptıkları sorgulanabilirken, iktidarın yargı üzerinden yaptırdıkları sorgulanamıyor.

 

 

YARGI, İKTİDARA SINIRSIZLAŞMA İMKÂNI SAĞLIYOR

 

 

Fakat yargıya bu gücü veren, onun görece meşruiyeti. Meşruiyetini de bağımsızlığından alıyor. Oysa yargı, hukuksuz işlemlerin yürütüldüğü bir mekanizmaya döndükçe, meşruiyeti de ortadan kalkmaya, dolayısıyla toplum nazarında etkisizleşmeye, gücünü yitirmeye başlamıyor mu?

Tabii ki! Yargı yurttaşlara güvence olan ve iktidarı sınırlandıran en önemli güç iken, bugün öyle bir fonksiyonu yok. Yargı artık iktidara sınırsızlaşma imkânı sağlıyor. Bu, yargının varlık nedeninin ortadan kalkmasıdır. Şu an olan bu!

 

 

Yurttaşların yargıya olan güveni ve giderek saygısı ortadan kalkmaya başladığında ne olacak peki?

Yargı kararları yaygın olarak insanların vicdanlarını sızlatmaya başladığında, artık yargıya giden değil, yargıdan kaçan bir toplumla karşılaşırsınız. Bir kere yargı, yasama ve en önemlisi de yürütme organına karşı bağımsız olmalı. Ama yargı aynı zamanda hem kendi içinde hem de kamuoyuna karşı bağımsız olmalı.

 

 

Yargının kendi içindeki bağımsızlığından söz edince akla Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) geliyor. Hakim ve savcıların mesleğe kabul edilmesi, atama, terfi, disiplin cezası veya ihraç kararlarını veren kurulun, yargının iç bağımsızlığı konusundaki işlevi nedir?

Aslında bugün sorulacak soru şu: HSK, yargının bağımsızlığını mı sağlıyor, yoksa yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engel mi? Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası’yla ortaya çıktı. Çünkü yargı bağımsızlığı konusunda geçmişte, özellikle Demokrat Parti döneminde tavan yapmış sorunlarla karşılaşılmıştı. Batı ülkelerinde de hukuk devletinin gereği olarak böylesi bir mekanizma kullanılıyordu. Fakat Türkiye’de bu mekanizma sadece on yıl, yani 12 Mart 1971 dönemine kadar varlık nedenine uygun çalıştı. HSK’nın varlık nedenine uygun çalışması, en çok siyasi iktidarları rahatsız etti. Olağanüstü bir yönetim ortaya çıkınca, 12 Mart döneminde bu kurulun yapısına müdahale edildi. İkinci budama ise 12 Eylül’de oldu.

 

 

Ne yapıldı 12 Eylül’de?

 

Dediğim dedik bir HSYK yaratıldı ve verdiği kararlara yargı yolu kapatıldı. Oysa 1961 Anayasası’nda öngörülen modelde kurulun kararlarına karşı başvuru yolu vardı. 12 Eylül darbe döneminde Adalet Bakanı, kurulun başkanı yapıldı. Müsteşar ve personel genel müdürü de üye yapıldı. Fakat darbeciler bile “bu kadarı fazla oldu” diyerek 1982 yılında personel genel müdürünü kuruldan çıkardı. Böylece doğal üyeleri, yani Adalet Bakanlığı’ndan kaynaklı üyeleri üçten ikiye indirdiler. Fakat HSYK kararlarına yargı yolunu kapattıkları için, kurul, yargı üzerinde bağımsızlığı sağlayan değil, bağımsızlığı elden alan bir güç haline geldi. Ve nihayet hepimizin yakından hatırladığı 2010 referandumu…

 

12 EYLÜL DARBECİLERİ BİLE BÖYLESİ BİR HSK ÖNGÖRMEMİŞTİ

 

Yeni kuşaklar belki hatırlamaz. Fethullah Gülen’in “imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘evet’ oyu kullandırmak lazım, ben zannediyorum kalkarlar da” diye destek verdiği 2010 Anayasa değişikliği referandumu, iktidar tarafından 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma makyajıyla sunulmuş, hatta referanduma “hayır” diyen solcular darbecileri, işkencecilerini savunmakla suçlanmıştı…

 

Tabii. 2010 Anayasa değişikliğiyle HSK bir kez daha iktidar güçlerine yaklaştırıldı ve 2017 Anayasa değişikliğiyle de tamamen yürütmenin kontrolüne alındı. HSK, üyelerin seçimi dolayısıyla artık en fazla oy alan veya alacak partiye teslim edilmiş durumda. 12 Eylülcülerin bile “bu kadar da olamaz” dediği durumun ötesinde bir hâl bu ve mevcut haliyle HSK ne yargıya güvence olabilir ne de yargıya güveni sağlayabilir. Darbeciler bile böylesi bir HSK öngörmemişti.

 

 

Peki bu yapı, gündelik işleyişe nasıl yansıyor?

Osman Kavala hakkında beraat kararı veren yargıçlarla ilgili hemen soruşturma açılıyor mesela. Oysa “yargıçlar taraflıdır” konusu bir temyiz veya istinafa başvuru nedeni. Bırakın o zaman yargıçlar bunu temyiz etsin. HSK’nın soruşturma kararı yargıya doğrudan müdahaledir. HSK’nın yaptığı, görev kullanmak değil, görev sınırlarını aşarak yargıyı etkilemektir. Bu, görev adı altında suç işlemektir!

 

 

ADİL YARGILAMA KOŞULLARI BÜTÜNÜYLE YOK EDİLMİŞ DURUMDA

HSK’nın, Kavala ve diğer sanıklar hakkında beraat kararı veren yargıçlarla ilgili soruşturma başlattığı sırada insan hakları savunucularının yargılandığı Büyükada davası görülüyordu. Normalde bu duruşmadan karar çıkması beklenirken, mahkeme heyetinin çok gergin olduğu ve davayı nihayetlendirmek yerine erteleme yoluna gittiği söylendi. Dolayısıyla HSK’nın soruşturmasının, diğer dava yargıçlarını da doğrudan etkilediği söylenebilir mi?

Kaçınılmaz bir biçimde hem de! Yaklaşık bir ay önce de bir general hakkında beraat kararı verilince, tıpkı Kavala’da olduğu gibi yargıçlar hakkında hemen soruşturma açıldı, yerleri değiştirildi. Yargıçların, verecekleri kararlar hakkında iktidarın gözlerinin içine bakmaları isteniyor. Ayrıca, verdikleri kararlar yüzünden hakkında soruşturma açılan yargıçlarla ilgili kararı verecek olan diğer yargıçların, iktidara rağmen bir karar vermesi mümkün mü? Böyle bir ortamda adil yargılama söz konusu olabilir mi, hayır. Adil yargılama koşulları bütünüyle yok edilmiş durumda.

 

 

YARGIÇ-SAVCI SINAVLARINI GÜNDEME ALINCA, FETHULLAHÇILARIN HEDEFİ OLDUK

 

2016 yılında KHK’yla kapatılan Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin (YARSAV) başkanı olduğunuz 2006-2009 yılları döneminde sık sık Fethullah Gülen medyasında “kötü karakter” olarak sunuluyordunuz. O dönem neden hedefteydiniz? O dönemki yargı yapısıyla, iç işleyişiyle şimdiki arasında nasıl bir mukayese yapıyorsunuz?

 

 

Avrupa’da yargı örgütleri, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda en büyük mücadeleyi yürüten ve diğer toplumsal örgütleri de hak kullanımı ve talebi konusunda tetikleyen yapılar. Türkiye’de böyle bir örgütlenmenin varlığı bile akla gelmiyordu. Tam o dönemde, 2004 yılında Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde bir yasa hazırlığı vardı. Siyasi iktidar bu hazırlığı AB’ye uyumdan ziyade AB’yi kendi lehine sömürmek için yapıyordu. Yasa taslağında Türkiye Yargıç Savcı Birliği gibi bir yapı öngörülüyordu. Başkan müsteşar, yönetim kurulu da Adalet Bakanlığı’ndaki genel müdürler olacaktı. Böyle bir birliğin tüm yönetimi bakanlığa bırakıldığında, daha baştan varlığı anlamsızlaşıyordu. Bunun üzerine Avrupa’da çeşitli incelemeler yaptık. AKP’nin öngördüğüne yakın bir modelin Rusya’da uygulandığını ve bağımlı olduğu için de uluslararası yargı örgütlerine kabul edilmediğini gördük. Üstelik AKP’nin öngördüğü model, Rusya’nınkinden bile çok daha katı, çok daha bağımlı bir yapıydı. Bunun üzerine yargıç ve savcılar olarak biz harekete geçerek 2006 yılında YARSAV’ı kurduk. YARSAV’ı kurunca da Fethullah cemaatinin hedefi haline geldik.

 

Neden?

Çünkü yargıç ve savcıların hiçbir gücün etkisinde kalmadan mesleğe kazandırılması birinci hedefimizdi. Asıl sorun, yargıç-savcıların mesleğe alım sınavlarında çıktı. Sınavları birinci gündem maddesi haline getirince, bu sınavlardan beslenen güç odaklarıyla karşı karşıya kaldık.

 

 

Bu sınavlardan nasıl besleniyorlardı?

Sınavlar, mülakatlar özgür hareket edebilecek kişilerin dışlandığı, ekarte edildiği nitelik haline getirilmişti.

 

 

YARGIDAKİ FETHULLAHÇI YAPI, MÜLAKATLARDAKİ ELEMELERLE KURULDU

 

 

Fethullahçıların yargıya girişi bu döneme mi tekabül ediyor?

Öncesi de var ama özellikle bu mülakatlar çok işlevselleştirilmişti. Mülakat sürecinde Adalet Bakanlığı, Emniyet’e “bu kişi hakkında herhangi bir arşiv bilgisi var mı” diye soruyor… Hakkında “duyum olmayan” kişi mülakattan geçiyor, diğerleri de dereceye bile girse, eleniyordu. Yargı içindeki Fethullahçı yapı böyle kuruldu. Yazılı, sözlü sınavı Adalet Bakanlığı açıyor, adayları bakanlık belirliyor, bu adaylardan kimin hakim-savcı olacağına HSK karar veriyor. Adayların yürütme, yani bakanlık tarafından belirlendiği bir sistemde, yapısı ne olursa olsun HSK’nın eli-kolu bağlıdır. 12 Eylül darbesinden beri sistem böyle işlemiş.

 

 

Ama son yıllarda binlerce hakim ve savcı da yine iktidarın yönetiminde ihraç edilmedi mi?

Bu ihraçların ne kadar yerinde olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama…

 

Neden?

Kamuoyu karşısında ihraçlar sayısal olarak öne çıkarılıyor. Ama bu sürecin de hukuka uygun yürütülmediği açık. Sadece Emniyet ve MİT raporlarıyla birtakım işlemler yapılıyor. İktidar bu sürecin içinde olduğu için kimlerin hangi kaynaktan geldiğini biliyor. Ama ihraç işlemlerinin de kanıtlarıyla ve usulüne uygun olarak yapması gerekiyor. Ayrıca iktidara boyun eğmeyecek kimlikler de bu sürece dâhil ediliyor. FETÖ’cü de olsa, hukuk herkes için işletilmeli. Fakat bu asla böyle yapılmıyor.

 

 

Röportajın devamını okumak için tıklayın