Nihat Genç; "Ha müstemleke içinde kalmışsınız, ha Tayyip'in zindanlarında"

Nihat Genç; "Ha müstemleke içinde kalmışsınız, ha Tayyip'in zindanlarında"
28 Mayıs 2012 00:20

Usta yazar ve yorumcu Nihat Genç’le yaptığımız röportajın ilk bölümünü geçtiğimiz hafta yayınlamıştık. Söyleşimizi yayınlamaya, kaldığımız yerden devam ediyoruz…

“Yazarlar şöhret olmak için şeytanla anlaşıyor…”
“Ha müstemlekede kalmışsın, ha Tayyip’in zindanlarında…”
“Erdoğan zaten başkanlık emirleri veriyor…”

Deniz Bilgen ÇAKIR  H&H RÖPORTAJ


“ŞÖHRET OLMAK İÇİN ŞEYTANLA ANLAŞMA YAPIYORLAR”

-“Ben kelimelere inanıyorum” dediniz. Peki kelimelerin adamı  Nihat Genç, bir edebiyatçı olarak Türk edebiyatını nasıl buluyor? Çünkü Türk edebiyatında korkunç bir kısırlık var…

Bu arkadaşların çoğu, gençlik yıllarında kısa yoldan şöhret için ya da hızla tanınmak için hileler yapıyorlar. Bu bir şeytanla anlaşma. Bir patronla, holdingle ya da kendileriyle röportaj yapacak biriyle bir anlaşma yapıyorlar. Zaman içinde de dillerini dönüştürüyorlar. Oysa bir yazar kaynağın kendisidir.  Çığlığın, feryadın kendisidir. Ağlamanın orjini ondadır yani. Bir Türkmen kadınının cenazedeki ağlamasını en iyi bilen, hisseden, onun nidalarını en iyi dile getiren yazardır.

Büyük bir protest gücü olacak yazarın. Yunus’un Tanrı’yla konuşmasını hissedecek. İnsanların Tanrı’yla konuşmaları, konuşabilmeleri büyük bir manifestodur. İnsanın içinde yanardağ gibi birşey vardır. Bunu kaybettikten sonra yazar olamazsın.

Beni, her insan kadar korktuğum halde yazarlığımda fütursuz ve korkusuz yapan Yunus’un bir cümlesidir; “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.” Bu cümleyi söyleyebilen bir insan, eğer gerçekten söyleyebiliyorsanız, ha bir müstemleke içinde kalmışsınız, ha Tayyip’in zindanlarında… Fark eden bir şey yok.

Ama yazarlar hile yaparak aslında kelimelerle tanışmalarını ebediyen engelliyorlar.
Kelimelerin bir kulakları, derisi, dudakları  var ama bir de ruhu var. Kelimenin ruhuyla tanışamıyorlar. Kelimelere yabancılaşmış bir yazar nasıl yazabilir?

Oysa soru şudur; Ben yazar mıyım?

Anadolu’ya gidersiniz çömlekçiler vardır. Çömlekçinin en iyi bildiği iş çamuru tanımaktır, kili tanımaktır, kiremiti tanımaktır. Onun nasıl ateşe gireceğini bilmektir. Erciyes mi püskürttü, içinde ne var bunu en iyi o bilir.

Ben de yazarsam, benim de mesleğimin sırrı kelimelerdir. Hangi kelimeler coşku, hangi kelimeler heyecan, hangileri ağlama, hangileri annemi anlatır…. Hangileri toplumdaki dirlik ve bereketin sesleridir ya da bir çatışmayı, bir kaosu anlatır… Bunlar en kısa yoldan, yalın nasıl anlatılabilir. Yazar bu konuların ustası olacak.

Eğer ben patronla, bir takım arkadaşlarla, bir grupla bir örgütle anlaşıp onların huyuna suyuna gitseyim kelimeleri asla tanıyamazdım. Ben bu dünyaya kelimeleri tanımaya geldim.

Bugünlerde  mikrobiyoloji çok gelişti mesela. Molekül yapısı, DNAlar, atomun içinde çekirdek, onun içinde fantomlar. İnsanlar bir sürü şeyi öğrenmeye çalışıyorlar. İşte kelimeler de böyledir. Ben burdan “Ali” diyorum. Ben bunu derken bu ses sende nasıl bir etki bırakıyor? Senin nerene çarpıyor? Hangi çağrışımları oluşturuyor, nasıl bir inşa ya da yıkım atmosferi oluşturuyor.

Ya da ‘Ali’ sesi benden çıkarken boşalttığı şey ne? Bendeki haykırış ne? Bir nida var burada. Bin türlü ‘Ali’ söylersin. İmdat içinde söylersin… Ya da ekmek… Ya da su… Ya da sevgili, bir selam, bir özgürlük… O cümleye nasıl işlenecek.

Nasıl kutupların içine sondajlar yapıp dünyaya gelen yıldız tozlarını arıyorlar. Biz de bu kelimelerin içinde, bu halkın seslerini, acılarını, ezikliklerini arıyoruz.


 
‘Ali’ diyorsun, orada bin yıllık bir feryat var. Ekmek diyorsun belki de Konya ovasına saldıran çekirge sürüleri, onlarca yıllık kuraklıklar geliyor akla…. Bir kamyonun üstüne kurulup Çin’e yola çıkmış kamyon şoförü geliyor…

Kelimelerin tarihleri, biçimleri, dokuları var. Ben sırf medya beni tanısın, insanlar tanısın diye bu kelimelerle tanışıklığımı asla satmadım.


“TÜRKİYE’DE DAMARLAR KISILIYOR”

-Şairleri ve yazarları susmuş bir millet düşünülemez. Oysa son yıllarda Türkiye’de  özgürlükçü fikirlerini dile getiren çok fazla şair ve yazar yok. Bunun nedeni ne? Artık Nazım Hikmetler, Mehmet Akifler çıkaramıyoruz…

Gençliğimde bunu çok sordum. Ama başka bir şey var. Daha parçalanmış bir şey… Evet gerçekten somun ekmek, kara fırın yok. Nazım Hikmet gibi, Yahya Kemal,  Şeyh Galip gibi ruhun somun ekmeği yok ama kırıntıları var. Küçük kekler, kurabiyeler var. Bu biraz da bizim aramamızla ilgili bir şey. Bir de özellikle sosyal medyada bir eleştiri içinde bir zeka görüyorsun… Bir manifesto içinde bir espiri görüyorsun.

Aslolan o büyük şairleri aramak mı? Eski katedralleri artık bulamayız ama başka bir şey bulabiliriz. Orada bir özgürlük damarı var. İnsanlar özgürce yaşamak, hangi cins, ırk, sınıf olursa  olsun kendini ifade etmek istiyorlar. Bunları kırıntı olarak görebiliyoruz.

Eğer biz toplumu koklayabilen insanlarsak, bu kırıntıları iyi takip edeceğiz. Bunu beslemeye çalışacağız.  Evet tuğla yok… Ama toprak var. Biz bu topraktan dökme taş yapabiliriz. Kum var, çimentonun kendisi var. Sağlam duracak metalik bir şey var o toprakta. Moleküler olsa da var.

Bunun nedeni biraz da gelişen dünyayla ilgili. Dün birkaç kişinin sesi çıkıyordu. Bugün milyonlarca insanın sesi çıkıyor. Bir Nazım bulamıyorsun ama başka bir şey var…

-Bir  koro var…

Evet evet… Aynen onu söylüyorum.  Bakıyorsun tarlaya, dinliyorsun, kuşlar cıvıl cıvıl… Ama bu hangi kuştur, saka mı, ispinoz mu bilmiyosun. Bir koro sesi geliyor. Onun adı yok. Nazım diyemem ona, Mehmet Akif de diyemem ama sesler geliyor.

-Peki ya mizah… Son yıllarda Türk mizah dünyasını nasıl buluyorsunuz. Mizah dergileri eskisi kadar, bir Gırgır kadar satmıyor. Bir kırılma, gerileme mi var?


Ben mizahta gerileme olduğunu düşünmüyorum ama kağıtta bir gerileme var. Şöyle düşünün, Hürriyet’te Latif Demirci, Habertürk’te Memet Çağçağ  aynı etkiyi bırakabiliyor.

Mizah dergilerinde yetenekli çocuklar var fakat kağıt ve iletişim vasıtaları koptu. Dün Türkiye sadece gazete bayileri  tarafından yönetiliyordu. İnsanların tek alışveriş sistemi bayilerdi. 1985, 90, 95, 2000 böyleydi. Şimdi insanların tek alışverişi gazete bayileri değil. Gazete bayiine giden kalmadı.

Bugün Adana’da bir üniversiteye gittiğin zaman nüfusu kırk bin. Erzurum’a gittiğinde yine öyle.
Eğer sen o dergileri bu üniversiteye sokarsan yine o rakamları bulursun. Ama dergilerin geniş kitlelere gidecek can damarları kesildi.

Zeka olarak, karikatür olarak çok yüksek bir mizah devam ediyor.

Mesela Amerika’da, primetime denilen saat 20.00-22.00 saatleri arasında siyasi mizah yapan, siyasetçileri, başkanı, senatörleri hatta medyayı eleştiren birsürü şovmen görürsün. Ama Türkiye’de yok.

Herhangi bir televizyonda,  saat sekizde çıkıp aynen eskiden Erbakan’ı, Türkeş’i, Çiller’i olduğu gibi Erdoğan’ı  eleştiren, bunun mizahını yapabilen insanlar çıksa inanın çok büyük kitlelere gider.

Türkiye’de damarların kısıldığı ya da bastırıldığı çok açık. Buradan kalkıp eskisi gibi mizah yok demek benim için, işin içinden geldiğim için ve otuz yıl o maceranın içinde olduğum için aşırı uzaktan bakmak olur.


“HAKİMLER, ASKERLER, YAZARLAR VE MUHALEFET TUZAĞA DÜŞTÜ”

-Mizah aslında biraz da muhalefet demek fakat Türkiye’de muhalefetle ilgili bugün ciddi bir sıkıntı var. Erdoğan mı çok ağır siklet yoksa muhalefet partileri mi üzerine düşeni yapmıyor?

Türkiye’de bir hakimler, iki askerler, üç yazalar ve dört muhalefet partileri tuzağa düştüler. Bunun sebebi son 15  yılda gelişen dinleme teknolojisi. 15 yıl önce bize, “Sizin şu anda telefonlarınız kayıt altında ve birgün bunları biz alıp sizin aleyhinize kullanacağız” deselerdi, tahmin ediyorum bu kadar rahat ortalık speküle edilemezdi. Şaibelerle dolamazdı. Her insan daha temkinli konuşurdu. Çünkü telefon geldiğinde herkes bunu bir özgürlük aracı olarak kullandı ve geyik çevirmeye başladı. Bu klasörlerin yarısı da geyiktir zaten. Ancak buna toplumun önde gelen kurumları asker, muhalefet  partileri, hakimler çok hazırlıksız yakalandı. Ve yasal açıklar da vardı. İnsanlar  kişisel haklarını medyada manşet oldukları zaman koruyamadılar, koruyacak bir mekanizma yoktu. Adam kalktı yalan yanlış bunun evinde tüfek, şunun evinde silah bulundu dedi. İnsanlar hapis yatıp çıktılar ama görüldü ki kötü bir Osmanlı tüfeğiymiş, antika tüfekmiş. Bu örnekten on bin tane var.  Amerikan dinleme teknolojileri, yeni dinleme teknolojileri, heronlar, predatörler ya da başka bildiğimiz dinleme ve kamera sistemleri Türkiye’yi açığa düşürdü.

15 yıl öncesinde birileri çıkıp, yav kardeşim dünya değişti, teknolojik devrim var. Uydulardan dinleniyorsunuz, başka şekilde çalışmalar var, imzalar kopyalanabiliyor, belgelerin aynısı üretilebiliyor ve adalet mekanizmasında da DGM aslında gitmedi orada duruyor, herkes örgütten suçlanabilir diye bizi ikaz etseydi, uyandırsaydı, bu kadar  hazırlıksız yakalanmazdık. Buna en çok da muhalefet partileri yakalandı. Düşünebiliyor musun bir muhalefet partisinin lideri yatak odasında yakalandı. Ve  benim gözümde çok sert bir ahlakı olan MHP hareketinin önde gelenleri yakalandı. Bu hazırlıksızlığın arkasında da tabii bir tezgah var. Bir dümen var.


“BÖLÜNECEK TÜRKİYE DEDİK. PARANOYA DEDİLER”

-Bu dümen kimin dümeni? Bu tezgahı kim kuruyor?

Bundan yirmi yıl önce biz Türkiye’de, Yugoslavya gibi parçalanabilir dediğimiz zaman bütün bu liberal medya bize bunlar da paranoya sahibi dedi. Bize paranoya suçlamasını yapanlar on kere yapmadı bunu milyon kez yaptı. Otuz yıl ekranlardan yaptı. Bölünecek Türkiye dedik, paranoya dediler. Ve sonra evet talepler geldi ve herkes gördü neyin ne olduğunu. Şimdi biz 15, 20 yıl önce  Türkiye’de soğuk savaş dönemindeki gladyonun ruh ve şekil  değiştirip  başka türlü çalıştığını, çalışmakta olduğunu daha önce de söyledik. Bu dönemde de Amerikan gizli planları diyoruz, tertip diyoruz. Karşımıza çıkıyorlar, bizim zekamızla oynar gibi “Ya bunlar da böyle herşeyi dışa bağlıyor. Her şeyi yabancılara bağlıyor” diyorlar. Evet tezgahın büyük bir ayağı büyük teknolojileri elinde tutan, Türkiye’deki büyük gazetecileri elinde tutan, büyük siyasi yapılarla göbekten bağlı bir takım  kurumlardır. Ajan yapılardır. Bildiğin sivil toplum görünüşündedir. Ama görünmeyeni…

Bizatihi ajanlar gelmiş,  toplantı yapmış, bu dosyaları, tertipleri,  düzenleri,  dinlemeleri,  uydurma belgeleri palanlamış ve hazırlamış. Bu kadar açıktır. Ben bunu yedi yıl  önce söylediğimde neredeyse sapık gözüyle bakıyordu insanlar.

-Siz yedi yıl önce bunu söylediniz yani…

Yavaş yavaş tertip ve düzenlerin olduğunu, teknolojik dinlemelerle Türkiye’ye karşı bir hamle yapıldığını ve böyle bir girişim olduğunu,  hatta Ortadoğu’da böyle bir girişim olduğunu Irak savaşıyla birlikte söylemeye başladık. Yüzüne bakılmaz adam gibi baktılar bize. Ama şimdi söyleye söyleye -ya da olaylar öyle gelişti-  Türkiye halkının yüzde ellisi, altmışı evet böyle bir katakulli bu ülkeye çok sert bir şekilde oynanmış diyor.

-Bir de fobi oluştu. Liseli çocuklar bile aman dinleniyoruz diyor. Simitçi bile ben dinleniyorum diyor…

Dinlenen çocuklar da çok teknolojinin gerisinde kaldılar. Bizim bakkal diyor ki “Oradan konuşma sesleri geldi ben telefon ederken” Ben de ısrarla anlatıyorum, artık konuşma sesleri yok. Onlar döküm olarak kayda giriyor. Eski sistemde, soğuk savaş dönemindeki gibi birisi telefonu kaldırıp sizi dinlemiyor diyorum ama inandırmak zor.


“MEDYANIN ESKİDEN DE ANGAJELERİ VARDI”

-Basın da bu dinlemeleri yayınlayarak aslında alet oluyor…

Türkiye, Türk medyası başından beri bir şeylere angaje edildi.  Daha öncekiler de mesela NATO’ya, patronaj yapısına, başka başka şeylere angajeydi.

Mesela benim çok dikkatimi çeken bir şey; Daha bu Ergenekon soruşturmaları başlamadan, Milliyet gazetesi, Akşam gazetesinden bir hanım gazetecinin mafyatikbir liderle konuşmaların yayınladı. Bu hanımı sevin sevmeyin… Benim de bir arkadaşlığım yoktur. Ama yayınlayınca ben hemen Yazı İşleri Müdürü Serdar Turgut’a gittim. Dedim ki, “Bunu yayınlamaya hakkınız yok. Bu kadının fikirlerine sen de, ben de ben uzağız. Ama yayınlamaya hakkınız yok.”

-Ne dedi Serdar Turgut?

“Ya  o da İsrail’le, Amerika’yla bu kadar rahat dalga geçmeseydi” gibi laflar etti Serdar Turgut. Bu gerçek. Bunu Milliyet gazetesi yaptı.

-Özel görüşmesini yayınlamalarının nedeni Amerika ve İsrail’le dalga geçmesiymiş yani…

Evet.. Şimdi bu çok önemli bir şey. Demek ki eski medyanın da angajeleri var. Eski medyanın da oraya, buraya karşı göbekten bağları var. Göbekten bağları olunca ve bu yanlışları yapınca, bunlar da aynı yanlışları bir nevi devam ettirdi. Dün telefon dinlemeeleri yayınlanmıyor muydu? Aslında çok değişen bir şey olmadı. Sadece siyasi renkleri değişti. Dün bunu liberal görünümlü gazeteler yapıyordu bugün de cemaatçiler yapıyor. Niye bu kadar bozuluyorsun ki?

“ERDOĞAN ZATEN BAŞKANLIK EMİRLERİ VERİYOR”

-Toplumun algısı da değişmedi mi? Bugün Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın söylediği herşey ‘doğrudur’ imajı yaratılıyor medya bombardımanıyla. Tayyip Bey bir şey söylüyor ve geri çekiliyor…  Kılıçdaroğlu ve Bahçeli  savunmada görülüyor…  Bu algının sebepleriyle ilgili konuyu açtınız ama o algı nasıl yenilir?

Tayyip Erdoğan bey son günlerde biliyorsunuz başkanlık üzerine çalışıyor. Bunun bir kaç sebebi var. Bir tanesi, kendisi zaten bu saate kadar yasal olmayan başkanlık emirleri verdi. Siz bunları tahmin ediyorsunuz. Ama biz bunları hukuk önünde zora düşeceğimiz için, söyleme cesaretini hala kendimizde bulamıyoruz.  Ama Tayyip Erdoğan iktidar olunca bu emirleri vermek zorunda kaldı. Hukuk dışı emirler verdi. Artık bu emirleri başkanlıkla yasal olarak vereyim diyor. Yani tek yetki bende olsun  diyor. Bu işin bir tarafı. Bu çok ciddi bir sorundur yalnız. Uludere’nin bu kadar konuşulmasındaki sebeplerden biri de budur. Ya da  falan yerdeki ihaleyi kime tevdi edeceğini el altından birine söylemiş. Bir yetki vermiş yani.


“TÜRKİYE KUZEY KORE GİBİ”

-Çalık’a söz verdim gibi…

Mesela… Yani sadece sezgilerimizle konuşuyoruz. Şimdi Tayyip Erdoğan bey Ergenekon soruşturmaları başlar başlamaz, Türkiye’deki  muhalif basını sindirerek, gazetecileri içeri tıkarak zaten başkanlık sistemini kurdu. Şu anda Türkiye’de tam anlamıyla Kuzey Kore vari bir başkanlık var.

Tayyip bey çıkıyor, haftalık konuşmasını yapıyor.  Hangi gazeteciyi beğenmediğini söylüyor, o aforoz ediliyor. Görüşlerini beyan ediyor. Ve ertesi hafta onun görüşlerinin karşısında tek bir laf çıkmadığı gibi, “Evet böyle buyurdular, şöyle buyurdular… Bu ileri demokrasi şöyle” diye tam anlamıyla Tayyip Erdoğan beyi desteleyen bir koro konuşmaya başlayor. Eyleme geçiyor ve gündemi meşgul ediyor. Türkiye’de muhalif partilerin zaten büyük medyada yer bulma şansı yok. Şimdi deniyor ki CHP ya da MHP kendini savunamıyor, muhalefet yapamıyor. İyi de kardeşim, açın büyük medyaya bakın. Bu insanların sözleri Tayyip Erdoğan’la ilintili değilse, ona cevap şeklinde   değilse -ki genellikle bunu hep karikatürize şekliyle “Kılıçdaroğlu cevap veremedi” gibi yapıyorlar- medyada yer bulmuyor.  Bu insanların başka türlü  medyada tutunma şansları yok. Bana sorarsanız hem MHP hem CHP’nin iktidara yönelttiği çok ciddi görüşler var fakat bunlar büyük medyada halk kitlelerine ulaştırılmadan makaslanıyor…Yani sansürleniyor.

“MUHALEFETİN MEDYASI OLMALI”

-Bir parantez açmak istiyorum… O zaman muhalefet bu sesini nasıl geniş halk kitlelerine duyurmalı?

Şimdi ben, Afrika’yı  okuduğumda da görüyorum. Hiç beğenmediğimiz Afrika ülkelerinde dahi muhalefetin televizyonu var. Türkiye’de muhalefettin televizyonu yok. Yani karanlık dediğimiz ya da mahalli dediğimiz yerlerde var ama yok yani…  Digitürk’te yok. Büyük alanlarda yok. Bir kere yasal hakkı olarak bir büyük medyada muhalefetin görüşünün olması lazım. Eğer bu medya bu kadar angaje olmasaydı, buna muhalefetin ihtiyacı olmayacaktı.


“CUMHURİYET TARİHİNİN EN GÜÇLÜ MUHALEFETİ VAR”

Ama bu kadar angajeyse onların da kendi görüşlerini halka söyleyecek bir kürsüsü olacak. Bir yer olacak.  Televizyon olmadan da halkla ilişkiye girebileceklerini düşünmüyorum. Bunu hem MHP hem CHP için söylüyorum. Ancak şunu da söylüyorum, Türkiye’de  aslında biraz baktığın zaman şimdi ben bir Çiller, Demirel, Özal dönemini düşünüyorum. Aslında Türkiye’de en güçlü muhalif dönem vardı. Şu anda  bu başkanlık sisteminin oluştuğu ve yazarların tek tek içeri alındığı bu dönemde asıl şimdi çok güçlü bir muhalefet var.

Türkiye’nin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar muhalif gazete çıkartılıyor ve yayın yapılıyor. Aydınlık gazetesi, Sözcü gazetesi, Yurt, Yeniçağ gazeteleri ve sitelerden Oda TV, Halkın Habercisi gibi siteler büyük bir güç oluşturuyor. Rakamları çok ciddi, elli bin, yüz bin, üç yüz bin satıyor. Milyon yayın yapan Oda TV var. Bu da çok güçlü bir muhalefetin oluştuğunu gösteriyor…


“ŞİMDİ SİLKİNME ZAMANI”

-Şimdi muhalefet zamanı diyebilir miyiz?

Ben silkinme zamanı diyorum. Bu süreçte solun ve milliyetçilerin bir takım hastalıklarını gözden geçirdiğini düşünüyorum. Ve çok terbiyeli ve düzgün bir şekilde muhalefet yönettiklerini düşünüyorum. Yani toprak esastır mesela. Nedir tarla ve ürün değil mi? Toprak kimin toprağı?  Tabii ki işimize geleni özelleştiririz gelmeyeni özelleştirmeyiz. İstediğimizi satar, istediğimizi satmayız. Burada bir Kuzey Kore gibi, eski Arnavutluk gibi dar bir rejimin iddiasında bulunan kimse yok. Ama bütün muhalefet içindeki insanlar ya genel değerler üzerine,  toprak, bağımsızlık, genel insan hakları değerleri üzerine muhteşem bir muhaleefet yapılabilir. Bana sorarsan bu bir taktik değil, strateji değil. Bu olması gereken. Bizler insanlık değerleri adına yan yana gelebiliriz. Bu ülkedeki daha önce sesini Erbakancı olarak çıkarmış, Türkeşçi olarak, devrimci sosyalist  olarak çıkarmış herkes, insan hakları gibi değerlerde yan yana geliyor.

Dikkat edin bu Aydınlık, Sözcü, Yurt gibi yerlere yazanlara… Çocukların geçmişlerine, siyasi fikirlerine bakın. En temel insani değerler noktasında çok hassaslaştılar hepsi. Ve şu anda bizim kavgamız bir insan hakları kavgası, bir hukuk kavgası. Bu hukuk kavgasını verebilirsek bir toplum oluruz. Ben şu anda AKP iktidarına karşı mücadele veren bu muhalefetin çok değerli olduğunu ve işi kavradığını düşünüyorum. İş hukuk kavgasıdır. Evet biz hukukta yan yana geliriz. Erbakacıymış hiç umurumda değil. Ne olursa olsun.

-Peki bu kavganın içinde, önümüzdeki günlerde bir televizyonda, bir gazetede olacak mısınız?

Daha önce Namık Kemal Zeybek’in partisinden bir televizyon konuşması olursa gelir misin dediler. Sözlerime karışmadıktan sonra tabii ki gelirim dedim. Bir başkası teklif etsin yine giderim. Yarın birgün Halk TV’yi toparlarlar, daha düzgün bir televizyon olur. Eylül ayında toparlamayı düşünüyorlarmış. Yeni bir yayın dönemi istiyorlarmış. Sözlerime karışılmadıktan sonra tabii ki konuşuruz.


“ABD ORDUSUNA ASKER YAZILDIK”

-Adı geçmişken, Sayın Zeybek’e karşı da bir sansür vardı. Medyada yer bulamıyordu. DP Genel Başkanlığından  ayrıldı. Böyle de bir baskı var.

Artık şaşırtıcı bir şey değil bu.. Onu bırakın, tohumumuza tehdit var. Nohut, mercimek, mısır bulamıyoruz. Tütünümüz,  ürünlerimiz tehdit altında. Canlılarımız, sularımız tehdit altında. Herşeyimiz tehdit altında. Ve bu süreci düzenleyen ABD diyor ki, “Ben artık Irak ve Afganistan’da savaşmak istemiyorum. Askerimi öldürmek istiyorum. Benim adıma kahyalığımı sen yapar mısın?”

Biz müslümanlarla, Suriye’yle savacaşağız. Müslüman öldüreceğiz ve şu anda da bunu yapıyoruz. Silah tedarik ediyoruz, kanallar açıyoruz, onların PKK’sı olan direnişçileri besliyoruz ve böylelikle ABD ordusuna asker yazılmış durumdayız. Ez cümle geldiğimiz yer burası.

Ben kimsenin askeri olmak istemiyorum. Zaten hayatım orduya, militarist yapıya sert yazılar yazarak geçti. Benim kavgam, hukuk kavgası. Ben düşmanlarıma hile yapmak istemiyorum. Kim olursa olsun. “Nasılsa yıkıldılar, vesayet bitti” deniliyor. Hayır! Ben onları fikirle, insan haklarıyla toparlamak isterim. Yoksa onları içeri at, vur düşüncesinde değilim. Hak yiyerek hak elde edilmez. Bir takım insanları mağdur duruma, mazlum duruma düşürerek bu ülkede huzuru inşaa edemezsin. Güzellikleri, insan haklarını getiremezsin. “Ülkedeki imtiyazları yok ediyoruz” diyemezsin. Ben bu yönteme karşıyım….

Röportajın önceki bölümü; “Beni yok sayarak öldürmeyi seçmişler”

31 Mayıs Perşembe son bölüm;

“Hiçbir efendi tanımıyoruz”
“Dik duran insanlardan yanayım”
“Yıldızları görüyorum”
“Efelik ruhumuzda var”

[email protected]

https://twitter.com/#!/denizbcakir