CHP’den, ‘ittifak teklifi’ne şerh!

CHP’den, ‘ittifak teklifi’ne şerh!
2 Mart 2018 11:23

AKP ile MHP’nin ortaklaşa sunduğu, kamuoyunda ‘İttifak Teklifi’ olarak bilinen, 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, TBMM Anayasa Alt Komisyonu’nda 5 saatlik görüşmenin ardından AKP ve MHP’li milletvekillerinin oylarıyla 28 Şubat 2017 günü, noktasına-virgülüne dokunulmadan geçirilmişti.

 

 

Alt Komisyon’da CHP’yi Ankara Milletvekili Dr. Murat Emir ile Kocaeli Milletvekili Fatma Kaplan Hürriyet temsil etmiştir. Alt Komisyon’un CHP’li üyelerinin hazırladığı muhalefet şerhi:

 

 

Siyasal düşünceler tarihi, insanın toplumsal birlikteliğinin, çoğunluğun değil çoğulculuğun temel alındığı demokrasilere dayalı hukuk devleti düzenine evrimleştiğini göstermiştir. Bugünlere gelinirken siyasal erk, dolayısıyla da toplumsal alanı düzenleyen devlet yapılanması, kendisi için çeşitli meşruluk zeminleri aramıştır. Yüzyıllar önce güce dayalı bir süreçte elde edilip ve daha çok ‘hükmetme yetkisi’ olarak tanımlayabileceğimiz yönetme yetkisini kullananlar, zamanla bunun yeterli gelmemesi üzerine ‘ikna’yı esas alan arayışlara yönelmiştir. Din kökenli temellendirilmeden soy kökeninde temellendirmeye kadar çeşitli yöntemler, siyasal meşruluk için denenmiştir. Bu denemelerin siyasal alanda yarattığı en önemli sonuç ‘devlet gücünün paylaşımı’ konusudur. Bu da günümüzde yaşadığımız ve ‘güçler ayrılığı’ denen siyasal alan şekillenmesidir. 20’nci yüzyıl başı itibariyle imparatorluk döneminin tarih sahnesinden silinmesiyle birlikte hâkim olmaya başlayan ‘ulus devlet’ anlayışları ve bilimsel gelişmeler, insanlığın birlikteliğinin, yetkinin tek elde toplanması değil aksine dağılmış şekilde ‘uyumu’ndan geçtiği bir dönemi başlatmıştır. İşte bugün modern demokrasilerde uygulanan, ‘güçler ayrılığı’ temelindeki yönetim şeklidir. 20’nci yüzyılda birçok ülke, dünyaya yön vermeye başlayan ‘güçler ayrılığı’na dayalı anayasal rejimlere geçmeye başlamıştır.

 
Demokratik yönetimlerin temel meşruiyet kaynaklarının başında seçimler gelmektedir. Seçimlerle amaçlanan, halk iradesinin temsil mekanizmalarına eksiksiz yansımasıdır ki bu, seçimin şekil şartlarının sağlanmasından başka parametrelerin de var olmasını gerektirir. Bu parametrelerin başında, siyasal özgürlüklerin, kanunlar çerçevesinde istisnasız herkes tarafından kullanılabilmesi; seçmenlerin, üzerlerinde herhangi bir baskı olmadan sandığa giderek tercihlerini yansıtabilmeleri gelmektedir. Seçmen iradesini sakatlayacak herhangi bir detay, süte düşmüş bir leke gibidir ki bu da oluşan yönetimin gayrı meşruluğuna işaret eder. Dolayısıyla herkesin, şüpheye düşmeksizin adaletli bir seçim yapıldığına inanması, seçimlerin yapılması kadar önemlidir.

 
‘Halkın yönetimi’ esasına dayanan Cumhuriyet rejimini tercih eden Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğündeki kurucu irade, bu uğurda çok partili hayata geçmek üzere denemeler yapmış ve 1946 yılında çok partili hayata geçilmiştir. Bu tarihten sonra yapılan çok partili seçimlerde halkın iradesinin yönetime yansıtılması için farklı seçim sistemleri denenmiştir. Uygulanan tüm seçim sistemlerine ilişkin temel tartışmaların başında – birbirine zıt olarak kullanılan, pratik siyasette de bu zıtlık üzerinde somutlaşan – temsilde adalet ve siyasal istikrar kavramları gelmektedir. Birbirine zıt gibi gözüken bu iki kavram, özelikle Batı demokrasilerindeki örneklerinde görülebileceği üzere, birbirini de bütünleyebilmekte; temsilde adaletin ağırlığı, yönetimde istikrarın temel koşulu olabilmektedir. Bu bütünlüğü sağlayamayan ülkelerdeki seçim sistemleri, ne yazık ki ‘siyasi istikrar’ uğruna ‘temsilde adaleti’ yok eden bir şekil almaktadır. Ülkemizde de, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile birlikte seçim sistemindeki hâkim eğilim, ‘siyasi istikrar’ ilkesine yöneliktir.

 
1980 Askeri Darbesi’nin, demokratik kurum ve kuruluşları, 1961 Anayasası’nın kazanımlarını yok etme açısından en büyük araç olarak tasarladığı 1982 Anayasası ve sonrasında çıkarılan kanunlar, “siyasal istikrar” kavramına büyük önem atfetmiştir. Buradaki istikrar küçük partilerin dışlanmasıyla özdeşleşmiştir. O kadar ki hem seçim çevresi barajı hem de ülke barajı uygulamasıyla çifte barajlı bir sistem öngörmüştür. Çifte barajlı bu sistem, Anayasa Mahkemesi’nin 1995/59 sayılı kararıyla ‘temsilde adalet ilkesi’ne aykırı bulunarak iptal edilmiş; yüzde 10’luk ülke barajına dokunulmamakla beraber ‘seçim çevresi barajı’, “Anayasa’nın amaçladığı ‘yönetimde istikrar ilkesi’ için milletvekili seçimlerinde bir ülke barajı öngörülmüşken, ayrıcı her seçim çevresi için yeni bir barajın getirilmesi ‘temsilde adalet ilkesi’yle bağdaşmaz. Kaldı ki uygulanmakta olan nispi temsil sisteminin bir türü olan D’Hondt sistemi de kendi içinde bir baraj taşımaktadır” denilerek kaldırılmıştır. Dokunulmayan yüzde 10’luk ülke barajı ise, AK Parti de dâhil, iktidara gelene kadar bütün partiler tarafından yüksek bulunmuş ve seçmene düşürüleceği ya da kaldırılacağı vaat edilmiştir. Ancak bu siyasi vaat, iktidara gelindiği gün unutulmuştur. Yüzde 10’luk ülke barajının antidemokratik olduğu, 30 Ocak 2007 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Sadak/Yumak kararında da ifade edilmiş ve “Dünyada uygulanan seçim sistemlerinde adil temsil ve siyasi iktidar ilkeleri arasındaki dengeyi sağlayacak belirlenmiş bir baraj oranı bulunmadığı” belirtilmiştir. Putin Rusya’sında dahi yüzde 7’lik barajın yüzde 5’e düşürüldüğü, Batı ülkelerinde barajın hiç olmadığı ülkelerin bulunduğu ve baraj konusundaki eğilimin genel olarak yüzde 2-5 arasında gerçekleştiği düşünüldüğünde, yüzde 10’luk seçim barajı istikrardan ziyade, bizzat “milli irade” söylemini dilinden düşürmeyen AK Parti’nin, siyasal irade gaspına aracı haline dönüşmüştür. Barajı kimin getirdiği değil, kaldırılması yönünde bir girişimde bulunup bulunulmadığı demokrasiye olan bakış açısının göstergesidir.

 
Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), 16 Nisan 2017 Referandumu’nda ‘mühürsüz oyların kabulü’ yönündeki skandal kararıyla şeklen yürürlüğe giren, meşruiyeti tartışmalı Anayasa değişikliği, seçim barajı tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Çünkü parlamenter sistemde “yürütme” Meclis’ten çıkar, Meclis’in kendi içinden istikrarlı bir hükümet çıkarabilmesi makul düzeyde bir barajı anlamlı kılabilir. AİHM buna, “istikrarlı çoğunluk oluşturmak” demektedir. Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) göre de “yönetimde istikrar ilkesi yürütme organıyla ilgilidir” ve yüzde 10 barajı, “yürütmenin güçlü olmasını sağlayacak biçimde oyları yasama organına yansıtacak yöntemler”den biri olduğu için (K: 1995/59) anayasaya uygun kabul edilmiştir. Oysa 2017 Anayasa değişikliğiyle getirilen sistemde yürütme erki artık Meclis’ten çıkmamakta; yürütme yetkilerine sahip cumhurbaşkanı ayrı bir seçimle sandıkta belirlenmekte; Bakanlar Kurulu ise bizzat kendisince Meclis dışından oluşmaktadır. Bu nedenle Meclis seçimlerinde artık “yönetimde istikrar” tartışılmaktan çıkmıştır. Artık bundan sonra sağlanması gereken ana ilke, “temsilde adalet” olmalıdır. Bundan dolayı olsa gerek Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop, 30 Ekim 2016 tarihinde verdiği bir röportajda, “Seçim barajı sıfırlanacak ya da çok sembolik bir orana çekilecek” demiştir. Geldiğimiz noktada, seçim barajının demokrasiye uydurulması yerine, baraj korunarak tüm seçim sistemi MHP’nin barajı geçeceği bir formülasyona uydurulmuştur. Üstelik baraj bir şantaj aracı olarak ele alınmış, yüzde 50+1 oyun sağlanması karşılığında, iktidara destek partilerin barajı bypass edebileceği sistem teklif edilmiştir. AİHM, yüzde 10 barajını aşırı yüksek bulmakla beraber, “seçime giren bütün partilere uygulandığı için” eşitliğe aykırı saymadığı göz önünde bulundurulduğunda, getirilmek istenen teklifle ittifak yapmayan partilere baraj uygulanmakta, ittifak yapan partiler için barajı sıfırlanmaktadır. Teklif kanunlaştığı durumda, yüz bin oy alan bir parti “ittifak” yaptığı durumda Meclis’te temsil elde edebilecek, ama beş milyon oy alan bir parti Meclis dışında kalabilecektir. Bu durum eşitlik ve temsilde adalet ilkesine açıkça aykırıdır. Kaldı ki ‘temsilde adalet’ çok katmanlı ve bir süreci kapsayan kavramdır. Seçim öncesi seçmenlerin doğru bilgilendirilmesi, siyasi partilerin eşit koşullarda rekabet etmesi de seçmen iradesinin gasp edilmemesine dâhildir. Çünkü temsil kuramının temelini, bireylerin bir araya gelerek toplumu oluşturması sonucunda ortaya çıkan egemen güç ile ona tabi olanlar arasında yetki ve sorumlulukların nasıl olacağı sorunu oluşturur. “Aralarında yaş, cinsiyet, sınıfsal aidiyet, ekonomik güç gibi ölçütler açısından farklılıklar bulunan insanların bir araya gelmesiyle oluşan toplum, nasıl bir arada yaşayabilir?” sorusunun çözümü olan anahtar kavram adalettir. Farklılıkların düzenini ya da düzen içerisindeki farklılıkları tanımlayan, bütünleştirerek bir arada, barış içerisinde sürekli kılan kavram ancak adalettir.

 
AK Parti ve MHP ortaklığıyla getirilen ve kamuoyunda “ittifak teklifi” olarak bilinen kanun teklifi, siyasi tarihimizde bir kırılma noktası oluşturacaktır. Ülkemizin geleceğini doğrudan ilgilendiren böyle bir teklifin, iki parti temsilcileriyle kapalı kapılar ardında hazırlanması; diğer siyasi partilerin, konunun uzmanlarının, demokratik kitle örgütlerinin görüşlerinin alınmaması, demokrasiye ve katılımcı yönetime ne derece inanç ve bağlılık olduğunun göstergesidir. 16 Nisan Referandumunda getirilen, egemenliği şahsileştiren ve kuvvetleri tek elde toplayan Anayasa değişikliği sonrasında Meclis’in devre dışı bırakıldığı ‘Saray Rejimi’nde, bu gibi uygulamaların gelenek haline getirileceği görülmektedir.
Teklif, halk iradesine, telafisi çok zor darbeler vurulmaktadır. Bir yandan ‘ittifaklar’ adı altında siyaset kilitleyip, demokrasi ve çoğulculuğu yok etmek amaçlanırken, seçime ilişkin hükümlerle de seçimler baştan şüpheli, dolayısıyla sonuçları güvensiz hale getirilmektedir. Bu teklifle Türkiye’nin geleceği kurgulanmaktadır. Çoğulculuğu ve demokrasiyi yok ederek mühürsüz referandumla kurulan tek adam rejimini tahkim etme ve milleti tek tipleştirmek hedeflenmektedir. Çünkü bu metinle yasal zemini atılan, şimdilik AKP ve MHP’nin içinde yer alacağı gözüken ‘CUMHUR İTTİFAKI’yla, millete tek tip kıyafet giydirilerek, siyaset kimliksizleştirilmek istenmektedir. Söz konusu bu ittifakın içindeki partilerden biri, parlamentodaki barajdan, öbürü yürütme organındaki barajdan kurtulmak için böylesine kirli bir ittifak icat edilmiştir. Sadece belirli bir anlayış, dil, üslup ve ideoloji içerisinde eriyenlere siyaset yapma imkânı tanıyan, diğerlerine bütün kapıları kapatan bu teklif üzerine kurulu siyasal projeyle, ‘Sadece benim anladığım anlamda milletin unsuruysan milletsin, yoksa değilsin’ denilmektedir. Bu proje, oy artırmadan milletvekili artırma projesidir; ‘nasıl artırırız’ diye oturmuşlar, hesap yapmışlar ve çıkaramayacakları milletvekillerini bir sepete koyarak, o sepetin üzerinden paylaşıma gidilmiştir. Bizlerin ‘adaletsiz temsil’ dediğimiz, bir akademisyenin de ‘seçim sistemi değil, ihale şartnamesi’ne benzettiği bu yasa teklifinin içerdiği seçim sisteminde, oyu az olan partilerin, ittifak içerisinde geçici bir nefes alma olanağı olur ama o sadece yoğun bakımda alınan bir nefestir, ondan sonra yok olur. Partilerin kimliklerini yok eden böyle bir sistem, demokrasiyi yok eder, çoğulculuğu ortadan kaldırır; yasama organı ve yürütmede katı iki partili bir sistem gelir.

 
CHP olarak, adaletli olması takdirinde seçim ittifaklarına karşı değiliz. Mesela Avrupa’da bazı ülkelerde ittifaklar adalet temelinde, dürüstçe, mertçe yapılmaktadır; orada ittifaka giren partiler sıklıkla, AKP-MHP ortaklığının yaptığı gibi, ayrı milletvekili listeleri sunma şeklinde değil tek listeyle seçime girmektedir.

 
Teklifle seçimlere ilişkin getirilen hükümler, ifade ettiğimiz gibi seçim sonuçların baştan güvenirliliğini yok etmektedir. Seçimlerin güvenirliği ve güvenliği, seçimlerin yapılması kadar önemli bir konudur. Sandıkların birleştirilerek taşınması, mühürsüz zarfların geçerli sayılması, sandıklara güvenlik güçlerinin müdahalesi ve seyyar sandığın kanuni düzenlemeye bağlanması Türkiye’de yeni bir sopalı seçimin önünü açacak düzenlemelerdir.

 
Özetle, teklifin genel gerekçesinin ilk paragrafında belirtilen “özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejimler özgür, eşit, serbest ve dürüst şekilde yapılan seçimlere dayanmaktadır. Seçimler, demokratik düzenin başlıca meşruiyet kaynağı ve yönetimlerin halk tarafından benimsendiğinin göstergesidir. Demokratik yönetimin temeli olan serbest seçim hakkı, her türlü etkiden uzak, hür iradeyle kullanılan oylarla bir anlam ve değer taşır” ifadesine taban tabana zıt bir düzenleme yapılmıştır. Bu açıdan teklif, 1982 Anayasası’na aykırıdır. Anayasa’nın 67. Maddesi 2. fıkrasında geçen, “Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır.” temel hükmüne açıkça aykırılık taşımaktadır. Milli iradenin çeşitli nedenlerle oluşmasının engellenmesi, Anayasa’nın “Egemenlik” başlıklı 6. maddesine de aykırılık oluşturmaktadır.

 
Antidemokratik içeriğiyle uygulamaya konulması halinde Ülkemizin geleceğine yönelik ciddi kaygılar yaratacağı kesin olan ‘ittifak teklifi’nin yasalaşma süreci, AKP’nin alışkanlık haline getirdiği üzere, yasama organının yetkilerini gasp ederek gerçekleştirilmek istenmektedir. Kısa bir süre Anayasa Komisyonu’nda görüşüldükten sonra, etraflıca ele alınmak üzere oybirliğiyle alt komisyona sevk edilmesi kararlaştırılan teklife ilişkin Anayasa Komisyonu’nun AK Partili Başkanı Sayın Mustafa Şentop, komisyon toplantısını kapatırken, “Alt komisyonun çalışmasını kısa sürede bitirmesi ve raporunu sunması” şeklinde son derece talihsiz bir söylemde bulunmuştur. Sayın Şentop, “Anayasa Komisyonu’nun alt komisyon raporu üzerinde görüşmelerini yapmak üzere 1 Mart 2018 saat 14:00’de toplanmasına” diyerek de Türkiye’nin kaderine etki edecek bu düzenlemenin, alt komisyondaki görüşmelerine bir gün zaman biçmiştir. Böyle bir anlayış, AK Parti’nin süregelen ‘yangından mal kaçırma’ siyasetiyle birebir örtüşmektedir. Ülkemizin bütünlüğüne yönelik ciddi tehditlerin söz konusu olduğu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin güney sınırımızda Zeytin Dalı Harekâtı’nı sürdürdüğü bir dönemde, AKP-MHP ortaklığının, böylesine kritik bir düzenlemeyi öncelikle gündeme getirmeyi düşünmesi, sonra kamuoyunda tartışılmasını önlemesi siyasi ahlaksızlık ve fırsatçılıktır. Teklif sahiplerinin, alt komisyon kurulmasına destek vermesinin tek nedeni, toplumda, ‘muhalefetin de önerilerini aldık’ algısı yaratma çabasıdır. Alt komisyonda da yazılan tiyatro oynandı ve tüm önerilerimizi reddeden ‘CUMHUR İTTİFAKI’nın AK Parti ve MHP’li milletvekilleri, teklifi, noktası-virgülüne dokunulmadan oyçokluğuyla geldiği gibi geçirdiler.

 
Teklifin maddelerine ilişkin görüşlerimiz aşağıdaki gibidir:

 
Teklifin 1. maddesinde, aynı binada oturan seçmenlerin farklı sandık bölgelerine kaydedilebilmeleri olanaklı hale getirilmiştir. Bu durumda, seçmenin, boş bir apartman dairesine isteyerek ya da hatayla seçmen kaydı yapılmış olsa ve burada “şüpheli oy” kullanımı gerçekleşse, seçmenler ve muhalefet partileri bunu nasıl tespit edebilecektir? Listeye bakarak komşularının ismini denetleme olanağını ortadan kaldırılarak şüpheli oyların tespitinin güçleştirilmesi, haksız bir düzenlemedir. Bu, vatandaşın denetimini ortadan kaldırmaktır, keyfiliğin önünü açmaktır. Seçim müdürlerini değiştirerek, siyasi partileri sandık kurulu başkanlığından uzaklaştırarak, mühürsüz olabilecek oyları da o sandıkta geçerli sayarak, bu sandıkların gerektiğinde aynı seçim bölgesinde olmak kaydıyla istenilen uzaklığa götürerek ve istenilen biçimde değiştirilmesinin önünü açarak dört dörtlük bir faul oluşmaktadır. Dolayısıyla bunun ‘oy hırsızlığı’ olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır.
2. maddesi, 298 sayılı yasada değişiklik yapmakta ve seçim güvenliği açısından gerekli olması durumunda valiye veya il seçim kurulu başkanına o yerdeki sandıkların en yakın seçim bölgelerine taşınmasına, sandık bölgelerinin birleştirilmesine, muhtarlık seçimleri hariç olmak üzere seçim bölgelerinin birleştirilmesi ile seçmen listelerinin karma şekilde düzenlenmesine ve bu hususların ilanına karar verme yetkisi vermektedir. Valilerin AK Parti il başkanı gibi çalıştığı göz önüne alındığında, seçim güvenliğini riske atılmaktadır ve sınırlandırılmaktadır. 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirilen referandumda da görüldüğü gibi, iktidarı elinde tutan ya da bölgesel olarak güçlü olan parti ya da partiler, kendi çıkarlarına uygun davranabildiği gibi, aksi durumda seçim güvenliğini hiçe sayabilecek uygulamalara imza atmaktadır. 16 Nisan’da gayri hukuki bir karara imza atan YSK’nın vereceği kararlar seçim güvenliğini nasıl sağlayabilir? Bununla birlikte, sandıkların hangi durumlarda ve nereye taşınacağı belli değildir. Ucu açık bir yetki verilmektedir. Bunun da mutlaka bir hükümle sınırlandırılması gereklidir. Türkiye’de yapılan seçimlerde, sandıklar taşınamadığı veya sandık bölgeleri birleştirilemediği için gerçekleşen, kayda geçmiş, tutanağa alınmış, mahkeme açılmış herhangi bir olay var mıdır? Yoksa bu düzenlemeye neden ihtiyaç duyulmuştur? Alt komisyonda, ne iktidar partisi üyeleri ne de Yüksek Seçim Kurulu temsilcileri bu sorulara net yanıtlar verememiştir. Yüksek Seçim Kurulu 5.10.2015 tarihli ve 1860 sayılı, 6.10.2015 tarihli ve 1877 sayılı ve 15.10.2015 tarihli ve 1967 sayılı kararlarında; il ve ilçe seçim kurullarının, güvenlik nedeniyle sandıkların taşınması taleplerini reddederken ilgili ret kararında; “Seçmen iradesinin özgürce oluşması, anayasal bir hak olan seçme hakkının engellenmemesi, kısıtlanmaması, seçmenin kendi sandık bölgesinde rahat ve basit bir şekilde oy kullanmasının sağlanması amacıyla güvenlik nedeniyle sandık yerlerinin seçim bölgesi dışına çıkartılarak değiştirilmesi, bir başka seçim bölgesine taşınması Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 67. maddesine, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 3, 4 ve 5. maddelerine, 139 sayılı Genelge’nin 3. maddesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına ve Venedik Komisyonu kararlarına uygun görülmediğinden, bu yöndeki taleplerin oyçokluğuyla reddine,” demişti. Sadece bu kararlar, ilgili maddenin kanunsuzluğunu ve Anayasa’nın 67’nci maddesine aykırılığını gözler önüne sermektedir.

 
3. maddenin özü, sandık kurulu başkanlarını, daha önceki yasa hükmü gereğince siyasi partilerin de katılacağı bir listeden oluşturmak yerine direkt kamu görevlilerinden oluşturmaktır. Burada amaç, sandık başında siyasi iktidarın ağırlığını artırmaktır. Bu, sandığın güvenliğini azaltacak bir düzenlemedir ve bu yönüyle çok tehlikeli olmaktadır. Bu teklifte her defasında şununla karşılaşılmaktadır: “Kamu görevlisine güvenin, devletin hâkimine güvenin, YSK’ya güvenin.” Oysa ağır, tek adam diktatörlüğünün Türkiye’yi getirdiği nokta göz önüne alınırsa en azından seçimlerin sandık düzeyinde dahi daha katılımcı ve siyasi partilerin denetimine açık yapılması gerektiği ortadadır. Bu, sandığın meşruiyeti açısından da son derece değerlidir. Benzeri hüküm, teklifin 4. maddesinde de söz konusu olmuş, sandık kurulu üyeliklerinin belirlenmesinde de siyasi partiler devre dışı bırakılmıştır. Demokrasinin ana ilkelerinden biri olan seçimlere ilişkin yapılan düzenlemeler, sandıktan demokrasiyi uzaklaştırmaktan başka bir şey değildir.

 
5. maddede, iki faklı seçimin oy pusulalarının aynı zarfa konulmasını hükme bağlamaktadır. Seçimler farklıysa zarflar da farklı olmalıdır. Bu karışıklığının önüne geçmek, zarfların ve pusulaların seçmene kullanılacak oyun sırası geldikçe verilmesi yöntemiyle zaten bertaraf edilebilmektedir. Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinin oy pusulalarını aynı zarfa koymak; seçmene, milletvekili seçiminde kime oy veriyorsan, cumhurbaşkanlığı seçiminde de ona ver şeklinde psikolojik bir baskı yaratıp, iradesini yönlendirmekten başka bir şey değildir. Bu madde; siyasal iktidarın, yasama ve yürütme erklerini birleştirmek istediğinin resmi kanıtıdır. Bu madde hangi ihtiyaçtan getirilmek istenmektedir? İki oy pusulasını aynı zarfa koyarak, zarftan tasarruf mu yapılmak istenmektedir? Türkiye Cumhuriyeti’nin zarf bastıracak parası mı yoktur?

 
6. madde, oy zarflarının YSK filigranlı kâğıtla hazırlanmasını hükme bağlayarak, mühürsüz oy kuralının zeminini hazırlamaktadır. Zarfların hem filigranlı hem de mühürlü olması, seçmenin iradesinin sandığa doğru bir şekilde yansıması açısından gereklidir.
7. maddede, sandık alanının kaldırılması ve odaya indirgenmesi son derece tehlikelidir ve sandık çevresine yeni bir tanım getirmektedir. Aslında fiilen “sandık çevresi” denilen şey uygulamada sınıfın içerisi ama sınıfın dışında ne olup ne olmadığı seçim güvenliğiyle birebir ilişkilidir. Seçimi asıl etkileyebilecek, seçmen iradesini sınırlayabilecek, kısıtlayabilecek, yönlendirebilecek her türlü fiil veya durum “sandık alanı” denilen alanda gerçekleşen durumlardır. Dolayısıyla sandık alanının ortadan kaldırılması ve korumanın sadece sandık çevresine indirgenmesi, sandığın fiilî durumlara açık hâle getirilmesi anlamı taşımaktadır. Bu, sandığı, her yönüyle kuşatan, her yönüyle siyasal iktidara uzak olan siyasi partilerin denetiminden uzaklaştıran, kamu gücünü hiçbir yasal sınırlama olmaksızın neredeyse sandık çevresine yani sınıfın kapısına kadar getirmektir.

 
8. maddede getirilen düzenlemeyle, sandık çevresinde cebir, şiddet veya tehdit kullanarak sandık başı düzenini bozmaya kalkışanlarla ilgili seçmenlerin de ihbarıyla kolluk güçleri gereğini yaparak, kişi ya da kişileri oradan uzaklaştırabilecektir. Peki, bu kişinin sandık çevresinde düzeni bozmaya çalıştığına nasıl karar verilecek? Maksatlı biçimde ihbar üzerine sandık çevresinde sadece istenen kişilerin kalmasını sağlayacak kadar esnek bir düzenleme, sandık güvenliği için tehdittir. Zaten sandık başı düzenini bozmaya kalkışanlar hakkında işlem yapabilme yetkisi sandık kurulu başkanı ve üyelerinde söz konusudur. Siyasi parti temsilcilerinin sandık kurullarından uzaklaştırılmasıyla birlikte düşünüldüğünde bu hüküm, seçim sonuçlarının iktidarı elinde tutan siyasi parti ve partilerce maksatlı olarak kullanılabilecektir. Kamu görevlileri güvenilir, YSK güvenilir, sandık kurulu başkanları güvenilir, polis güvenilir, jandarma güvenilir, bir tek millet güvenilmez! Muhalefet partilerinin denetimlerinin dışına çıkartılan ve sürekli olarak siyasi iktidarın, polisin, jandarmanın, sandık kurulu başkanının, ilçe seçim kurulu başkanının, seçim müdürlerinin, YSK’nın insiyatifine terk edilmiş bir seçim ne kadar meşru olur? Bunun adı polis ve jandarma gözetiminde seçimdir, sopalı seçimdir.

 
9. madde, 298 sayılı Kanunun 98 inci maddesinin dördüncü fıkrasının son cümlesini “ancak, üzerinde sandık kurulu mührü bulunmamasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Yüksek Seçim Kurulu filigranı, amblemi ve ilçe seçim kurulu mührü bulunan zarflar ile üzerinde leke veya çizik bulunsa dahi bunun özel işaret koymak amacıyla yapıldığı kesin olarak anlaşılamayan zarflar geçerli sayılır” diyerek hem mühürsüzlüğü hükme bağlamış hem de gereğinden fazla esnek bir düzenlemeyi getirmiştir. Aslında bu düzenleme, 16 Nisan Referandumu’nda yapılan YSK’nin ‘hukuksuz mühür’ uygulamasını yasal bir zemine kavuşturma gayretidir ama bu, 16 Nisan’da kanunun çiğnendiğinin itirafı olmaktan öte, aynı zamanda önümüzdeki seçimlerde de son derece tehlikeli bir yolu açmaktadır. Oy pusulasının mühürlenmesi niye önemlidir? Niye mühürlü pusula kullanılması gerekmektedir? Çünkü o pusulanın ve zarfın o sandık için hazırlandığının ve o sandıkta kullanıldığının tek karinesi, aslında oradaki mühürdür. Bu mühürler yoluyla, temel olarak kullanılmayan oy pusulalarının tespiti yapılarak ve onlar da sayılarak ve sabitlenerek aslında oy hırsızlığının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu öylesine tek yöntemdir ki dünyada neredeyse mühür kullanılmadan yapılan seçim yok denecek kadar azdır. Zaten bizde de mühür uygulaması 1960’tan beri yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Bunun yanında, üzerinde leke veya çizik bulunan zarflardan hangilerinin özel işaret koymak amacıyla yapılıp yapılmadığını kim nasıl tespit edecektir? Bu madde; bir meşruiyet krizi yaratacak, seçim sistemimiz ve demokrasimize ağır darbe vurulacaktır.

 
10. madde, ismine ‘ittifak’ denilen seçim öncesi koalisyon oluşumuna dair hükümleri içermektedir. Bu maddeye göre pusulada; ittifak yapan partilere, ittifak yapmayanlara nazaran çok daha geniş bir alan ayrılarak geometrik bir büyüklük yaratılmaktadır. Bunun, seçmen psikolojisi, insan davranışları ve tercihleri açısından tartışılması gerekmektedir. İttifak bölümüne daha büyük bir dikdörtgen çizilerek daha geniş bir alan bırakılmakta ve bu geniş alana bir şekilde mühür denk geldiği zaman, ilgili oy ittifaka yazılmaktadır. Eğer bu mühür, bir partiye yakınsa, önce partinin dolayısıyla zaten yine ittifakın sayılmaktadır. Oradaki mührün bu kadar çok anlam taşıması olanaksızdır. Bir mühür ya bir partiye verilmiştir ya bir listeye verilmiştir ya da ittifaka verilmiştir. Partiye verilen ittifaka sayılıp, ittifaka verilen de gerektiğinde tekrar dönüp partiye yazılmaktadır. Milletin iradesini bu kadar yönlendirme hakkını nereden bulunmaktadır? Parti üst yönetimleri ve parti örgütleri olarak iki parti birbiriyle anlaşabilir, bu olağandır, ama her bir seçmenin, o ittifakı mutlaka onayladığını nereden bilinecektir? Siyasi partiler ittifak yapabilirler, yapmayabilirler ama ittifak yaptılar diye haksızlık yapma hakları, bir başkasının avantajını yok etme olanakları veya kendilerine fazladan bir avantaj sağlama, kanun yoluyla oy devşirme olanakları yoktur. Burada seçmen iradesi saptırılmaktadır. Oy hırsızlığı veya kirli ittifak dediğimiz tam anlamıyla da budur.

 
11. madde ile 16 Nisan Referandumu sonuçlarının meşruluğunu yok eden ‘mühürsüz zarf’ ve ‘pusula skandalı kanunsuzluğu’ hükme bağlanarak kanuni hale getirilmektedir. Filigranlı sahte para basımına olanak veren bir teknolojinin olduğu dönemde ve fazla basılan filigranlı oy pusulalarının amacı dışında kullanan ellere geçebildiği sistemde, mühürsüz pusulaların geçersiz sayılması şaibenin önünü açmakta, hiçbir seçimin güvenilir olmayacağı durumu yaratmaktadır. Kaldı ki YSK’nın 16 Nisan Referandumu’nda aldığı mühürsüz oy kararı, “kanuna uygun” olarak savunulmuştu. Madem bu uygulama kanuna uygundu, neden teklifle böylesine bir düzenleme getirilmektedir?

 
15., 16. ve 17. Maddeler, seçim ittifaklarının nasıl kurulacağı ve bozulacağını hükme bağlayan düzenlemelerdir. Bu maddelerde, ‘ittifakın nimetlerinden faydalanalım ama ittifakların dezavantajlarını üstümüze almayalım’ anlayışı vardır. Kişiye özel düzenlemelerdir. Günlük ihtiyaçlara çözüm bulmak için üretilmiş maddelerdir. Yapılmak istenen bu ‘kirli ittifak’ zorlamadır, şantajın kendisidir. Oy pusulasında, ittifak yapan ve yapmayan partilerin alanları arasında büyük eşitsizlik bulunmaktadır.

 
18. madde ile oy hesaplama yöntemi düzenlenmektedir. Bu maddeye göre yapılan hesaplamalarda, ittifakın toplam milletvekili sayısında ve ittifaka katılan siyasi partilerin milletvekili sayılarında hiçbir değişim yaşanmamaktadır. O zaman bu düzenleme neden yapılmaktadır? Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, ‘ittifakımız şu kadar oy aldı’ şeklinde bir algı yönetimi yapmak için. İkinci ihtimal; ittifakın içindeki partilerin daha fazla Hazine yardımı alması içindir.

 
Teklifin 20. maddesindeki “seçim ittifakı yapılması halinde, yüzde onluk barajın hesaplanmasında ittifak yapan siyasi partilerin aldıkları geçerli oyların toplamı dikkate alınır; bu siyasi partiler için ayrıca baraj hesaplaması yapılmaz.” ifadesi ve 21. maddesindeki milletvekili paylaştırma düzenlemesiyle MHP’yi barajdan kurtarma hükümleri somutlanmıştır. Türkiye’de 12 Eylül Anayasası’ndan sonra yürürlüğe konulan Seçim Kanunu’nda yüzde 10’luk baraj uygulaması Türk demokrasisinin ve çok partili yaşamının önündeki en büyük engellerden birisi olmuştur ve Cumhuriyet Halk Partisi olarak barajın sıfırlanmasından yana uzun süredir tavır koyuyoruz. Çünkü barajların böylesine yüksek oranda tutulması, millî iradenin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yansımasının önündeki en büyük engeldir ve en son 2002 yılında yapılan genel seçimlerde görüldüğü gibi yüzde 45’in üzerinde oy oranındaki vatandaşlarımızın iradelerinin Meclis’e yansıyamamış olması büyük bir eksikliktir. Bunun Avrupa’da ve dünyada örneği neredeyse yoktur. Hele hele ‘Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ diye sunulan, bize göre ucube başkanlık sistemini ifade eden Anayasa değişikliğinden sonra yönetimde istikrarın sağlanacağı, dolayısıyla artık böylesine barajlara ihtiyaç kalmayacağı, temsilde adaletin çok daha öncelenebileceği söylenmişti. Gerçekten de eğer bundan sonra yürütme, seçilecek Cumhurbaşkanı ve onun atayacağı sekreterler üzerinden olacaksa, Meclis’in de bu yönetimi denetleyecek ve olabildiği kadar çoğulcu bir şekilde oluşması gereği doğmuştur. Barajın da bu anlamda indirilmesi, hatta sıfırlanması yerinde olacaktır. Nitekim bu sadece bizim düşüncemiz değildir; referandum sürecinde başta Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Şentop olmak üzere iktidar partisinin birçok yöneticisi tarafından da söylenmiştir. Ancak iktidardaki parti, bu baraja sıkı sıkıya sarılmıştır. Barajı, kuracakları ittifaklarla aşıp, diğer partileri de bir şekilde ittifak yapmaya zorlayarak, “Mümkünse ittifak yapsınlar, yapmıyorlarsa barajın altında kalsınlar” yönünde, hiçbir şekilde demokrasiyle bağdaşmayacak bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla baraj, bu teklifle getirilen yeni sistemle, ‘mutlak ittifak’ enstrümanına dönüşmüştür. Bir partinin ittifak içinde yer alması, neden barajı geçmesinin gerekçesi olsun ki? Burada hiçbir mantık ilişkisi yoktur. Bunun somut örneği; yüzde 1 almış parti, büyük bir partiyle ittifak yaptığı için barajı geçmiş sayılacakken, yüzde 9 almış bir partinin ittifak yapmadığı için barajın altında kalmasıdır. Dolayısıyla ittifakın tek başına barajı geçmeye yeterlilik sağlaması aslında şantajın, antidemokratik yaklaşımın kendisidir ve Meclis’i yani yasamayı da yürütmenin emrine veren, yürütmenin istediği gibi şekillendirmesine izin veren bir uygulamadır.

 
Bu düzenlemelerde açıkça seçmen iradesi haksız biçimde başka partiye aktarılmaktadır. Türkiye’de 1961’den beri (1965 ve 1966 seçimleri hariç) milletvekili sayısı D’Hondt sistemine göre belirlenmektedir. Sistem 1878’de Belçikalı matematikçi ve hukukçu Victor D’Hondt tarafından geliştirilmiş ve en büyük partiyi avantajlı hale getiren bir “nispi temsil” olanağı sunmuştur. D’Hondt sistemi bu teklifte iki defa uygulanmaktadır. Somut bir örnek vermek gerekirse, 3 milletvekili çıkan bir ilde A Partisinin 2, B Partisinin 1 vekil çıkardığı ve C Partisinin hiç vekil çıkaramadığı durumda, A ve C Partilerinin ittifak yapmasıyla B Partisinin 1 milletvekili ittifak partilerine kayabilmekte, böylelikle seçmen iradesi seçim sonucuna yansımamaktadır. Büyük partilerin zaten korunduğu D’Hondt sistemi bu teklifle çifte kavrulmuş D’Hont haline getirilmektedir. Teklifle oylar, önce ortak sayılıyor, geçersiz olması gerekenler geçerli yapılıyor, mühür pusuladaki ittifak alanı içinde nereye vurulursa vurulsun oylar ittifaka kaydediliyor. AKP-MHP ortaklığının planladığı ittifaka göre, milletvekilleri önce alınmakta, sonra paylaştırılmaktadır. Bu, haksız bir uygulamadır ve en kestirme ifadeyle sandalye hırsızlığıdır ve maalesef bu tasarıyı getirenler buna tevessül etmiş durumdadır.

 
Yukarıda saydığımız gerekçelerle, tümüne muhalif olduğumuz ve ülkemizin geleceğini karartacağı kesin olan bu teklifin bir an önce geri çekilmesi gerekmektedir. 02.03.2018

 

Dr. Murat EMİR Fatma Kaplan HÜRRİYET
Ankara Milletvekili Kocaeli Milletvekili