Çevre ve insan hakları

Çevre ve insan hakları
17 Kasım 2014 11:16

Günümüzde insanoğlunun en hoyratça kullandığı varlık, yaşadığı çevredir. Doğada yitirilen her parçanın, kendisinin ve gelecek kuşakların yaşamından neleri alıp götürdüğünün ayırdına varamamıştır. Sonuçta, çözümsüzlüklerle yüklü bir döneme gelinmiştir.

 

Av. Kemal AKKURT H&H YORUM

 

Mevcut Anayasamıza göre herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek, Devletin ve vatandaşların ödevidir (Madde: 56). Yani çevreye karşı bir katliam yaşanıyorsa, hem Devletin ilgili birimleri, hem de bizzat vatandaşlar müdahale etmekle görevlidir.

 

Uygulamaya baktığımızda, çevre katliamı genellikle Devletin ilgili birimleri ve taşeronları eliyle gerçekleştirilmektedir. Vatandaşların müdahalesine ise, yine Devletin emniyet birimleri, TOMA’lar, zehirli gazlarla karşılık verirler. Devletin emniyet birimlerinin yetişemediği yerlerde ise, taşeronların özel güvenlik elemanları, hukuksuz ve kanunsuz olarak vatandaşlara işkence yapıp, kelepçeleyebilmektedir. Olan, katledilen ağaçlara ve çevreye oluyor. İşkencelere maruz kalan ise her zaman olduğu gibi, vatandaşlardır…

 

Çevre hakkı, uygar ülkelerde üçüncü kuşak insan hakkı olarak kabul edilmektedir. “Sınır tanımayan çevre” olgusu, bütün insanlığın ortak yaşam alanıdır. Bu nedenledir ki, çevre sorunlarına küresel düzeyde yaklaşılmaktadır.

 

Uluslararası Çevre Hukukunun gelişmesine katkıda bulunan en önemli girişim, bundan 42 yıl önce, 1972 yılında Stockholm’de gerçekleşen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’dır. Bu Konferans’ın sonucunda, uluslararası Aarhus Anlaşması imzalanmıştır. “Çevre Konusunda Bilgilere Erişim, Halkın Karar Sürecine Katılımı ve Yargısal Yollara Başvurma Hakkında Anlaşma” olarak da anılan Aarhus Anlaşması, 1998’de Danimarka’nın Aarhus şehrinde imzalanmış ve 2001’de yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşmaya Avrupa Birliği’ne üye ülkelere ilaveten 43 ülke taraftır.

 

Türkiye’nin henüz onaylamadığı Aarhus Anlaşması, katılan devletleri çevrenin korunmasına yönelik bazı somut edimleri yerine getirmekle yükümlü kılmaktadır. Buna göre taraf devletler;

 

– Kişilerin çevreyle ilgili konularda bilgiye erişmeleri, karar alma süreçlerine katılmaları ve yargıya erişim konularında gerekli yasal düzenlemeleri yapacak, düzenleyici metinleri hazırlayacak ve gerekli tüm düzenlemeleri yapacaktır.

 

– Çevreye duyarlı kişilere yardımcı olacak ve yol gösterecektir.

 

– Kamunun çevreyle ilgili konularda çevresel bilinç düzeyini arttıracak çevresel eğitim çalışmaları yapılacaktır.

 

– Çevreyle ilgili Sivil Toplum Kuruluşlarını tanıyacak, çalışmalarını destekleyecek ve ulusal hukuk sistemlerinin bu yükümlülüğe uygun olmasını güvence altına alacaktır.

 

– Anlaşma’nın öngördüğü şekilde haklarını kullanmak isteyen kişileri cezalandırmayacak, kovuşturmayacak ve baskı altına almayacaktır.

 

-Gerçek ve tüzel kişiler, çevresel sorunlarla ilgili bilgi edinebilecek, karar almaya katılma olanaklarına sahip olacak ve yargı yollarına başvurabileceklerdir.

 

Avrupa Birliği de Çevre Hukuku ile ilgilenmeye başladığı 1970’li yıllarda “Çevre sınır tanımaz” sloganı ile yola çıktı. Ardından hızlı bir hukuk üretme dönemine girildi. Bunun sonucunda, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde çevre mevzuatının bütünselliğinin, tutarlılığının, kapsamının, yönetiminin ve yaptırımlarının geliştirilmesi sağlandı.

 

Türkiye, Aarhus Anlaşmasına henüz taraf olmamakla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM)’nin yargı yetkisine taraftır. AİHM, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı konusunda, yorum yoluyla geniş bir içtihat oluşturmuştur. Bu içtihatların önemli bir kısmı da maalesef Türkiye ile ilgilidir. Soma ve Ermenek kömür faciası, Soma’daki binlerce zeytinliğin bir gecede katledilmesi, AOÇ’deki talan ve benzeri davalar henüz AİHM’e gitmemiştir. Bu ve benzeri davalar da AİHM önüne gittiğinde, bu konuda da birinciliği kimseye kaptırmamış olacağız…

 

Türkiye’de, elbette hukuksal düzenlemelerin eksiklikleri de bulunmaktadır. Ancak temel sorun, başta hükümetler olmak üzere, idarî birimlerin insan hakları ve bu arada çevre hukukunu içselleştirememeleridir. Bunun sonucunda da yargı kararlarını uygulamamakta direnmeleridir.

 

İktidar Partisinin, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine neden mesafeli durduğu ve Aarhus Anlaşması’nı neden imzalamadığı, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü AB’ye tam üyelik ve Aarhus Anlaşması’nın imzalanması halinde, ne Soma ve Ermenek faciaları yaşanabilirdi, ne altın tutkusu yüzünden güzelim Kaz Dağları tahrip edilirdi, ne Sinop veya Mersin illerimiz Nükleer Santral tehlikesinin içine atılırdı, ne AOÇ hukuksuz bir şekilde talan edilirdi ve ne de derelerimiz ve ırmaklarımız HES’lere kurban edilirdi…

 

Çevremiz ve doğa, hiç kimsenin malı değildir. Bizden önceki kuşaklardan ödünç aldığımız ve bizden sonrakilere miras bırakacağımız doğayı, daha fazla kirletmeye ve katletmeye hiç kimsenin hakkı ve yetkisi olmamalıdır…

 

[email protected]

 

 

 


Yazarın Son Yazıları:
Emek ve Dayanışma Bayramı
Dünya Barış Günü
Avukatlar Günü