Arpa ancak orağa geldi

Arpa ancak orağa geldi
26 Mart 2015 09:31

Bir Öykü 5 (Bu, kurmaca bir metin olup, öyküdür.)

 

Aziz ÇATALPINAR H&H YORUM
Doğuda İlkbahar ve Yaz mevsimi pek uzun olmaz. Ateş almaya gelir gibi, geldikleri andan itibaren gitmenin planlarını yapmağa başlarlar mübareklerin ikisi de.

 

Geldikleri zaman da hep aynı programla rençberin karşısına çıkmazlar. Özellikle İlkbahar, zaman zaman köylüyü hayal kırıklığına uğratan sürprizler de yapar.

 

1

 

Bazen bakarsınız insanları mutlu etmek için ne gerekiyorsa onu yapmağa çalışıyor, bazen de bakıyorsunuz, adeta sarmaş dolaş olduğu, mutluluğa boğduğu bu insanları per perişan etmiş.

 

Yine her yıl gibi bu yıl da Nisan ayı sonunda tarlalara tohum atıldı, ekinler ekildi.

 

2

 

Tarlaya tohum atan rençberin elbette ki bundan sonraki en önemli beklentisi yağmurun yağması.

 

Tarlaya tohum atılalıdan beri toprağa bir damla bile yağmur düşmedi.

 

Mayıs ayının ikinci haftası, Emoç’un dükkanının önünde, Kaşar Ahmet, Kösegilin Dursun, Tuşan Ahmet, İbogilin Yusuf, Mamoların Alışan ve Muhtar Eflatun olmak üzere sohbet ediyoruz.

 

3

 

Biz sohbet ederken Erzede evin önünde peydahlandı. İki elini de beline koyup bize dönerek; “Molla Abbas’ın kızı kete pişirdi, yanına da çay hazırlayacak, bugün benim misafirimsiniz.” diyerek, bizi topluca eve davet etti. Biz de, hep beraber bu davete katıldık. Birlikte Erzede’ye misafir olduk. Pero, Katranlı’lı Molla Abbas’ın kızıdır. Molla Abbas, bu yörede ileri gelen, sayılan ve sevilen birisidir.

 

Hoş beşten sonra Pero hanım, hazırladığı çayı ve yanında da keteyi bize ikram etti. Tabi söz dönüp dolaşıp kuraklığa geldi. Hepimiz çaresiz, endişeli ve bir o kadar da üzgünüz.

 

4

 

Biz geleli bir saat olmuştu ki, dışardan bir gürültü. Gürültüyle birlikte hem kapıya durmadan vuruyorlar hem de, hep bir ağızdan: “Teknede hamur, tarlada çamur, ver Allah’ım ver, bir sulu yağmur.” diye koro halinde bağırıyorlardı. Pero hanım, olan biteni öğrenmek üzere dışarı gitti. Yaklaşık on ya da on beş dakika sonra döndüğünde, çoğunu çocukların ve gençlerin oluşturduğu yirmi beş otuz kişiden oluşan bir grubun yağmur duasına çıktığını ve kendisinin de onlara tereyağı ve yumurta verdiğini, söyledi bize.

 

Yağmur duası, genelde bu tür durumlarda tarım bölgelerinde insanların yağmur yağması için başvurdukları yöntemlerden birisidir.

 

Ben bu durumu, ikisi arasında bazı farklılıklar olsa da, Eski Yunan’da bağ bozumu Tanrısı Dianizos adına yapılan törenlere benzetiyorum. Zaten grubun koro halindeki bağrışlarını duyduğum zaman zihnimde hemen bu törenler canlandı. Çaylı keteli bu uzun sohbetten sonra, Erzede’ye ve hanımı Pero bacıya teşekkür edip ayrıldık.

 

5

 

Bu sene köylü çaresizdi, düşünceliydi, üzgündü. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.

 

Tarlaya tohum atılalı bir ayı geçtiği halde ekinlerin boyu sekiz on santimi bile geçmedi. Güneşin yaktığı ekinler sapsarı kesildi. Köylü ne yaptıysa olmadı. Ne düzgün bir yağmur yağdı, ne de ekinlerin boyu uzadı.

 

Arpaların biçimi zamanı gelmişti artık ama, tırpanla biçmek ne mümkün. Rençber yavaş yavaş istemeyerek de olsa oraklarını hazırlamağa başladı.

 

Sabah, sofraya kahvaltı için oturduğumda hanım, evde çay ve şeker kalmadığını söyledi. Kahvaltı faslı bitti. Çay şeker almak için Emoç’un dükkanına gitmek üzere evden çıktım. Dükkana gittiğimde Erzede’nin damadı Nazım’la karşılaştım. Nazım da, çay şeker almaya gelmişti.
Nazım’a “Nasılsın?” diye, sordum,

 

Nazım da bana;

 

“Ağabey hiç sorma, benim ahbınlıktaki arpa birkaç güne biçilmezse tamamen kuruyup dökülecek. Ne yapacağımı bilmiyorum. Tırpana gelecek gibi değil zaten mübarek, hanımla konuştuk, yarın herhalde orakla biçmeğe başlayacağız. Gerçi orakla da biraz zor olacak. Ben, hanım, benim büyük oğlan, o koca tarlayı nasıl biçeriz, doğrusu tam bir çıkmazdayım. Ama orakla biçmekten başka bir seçeneğimiz de yok zaten.” dedi.

 

Ardından ikimiz de çay-şeker aldıktan sonra birlikte dükkandan çıkıp evlerimizin yolunu tuttuk.

 

Ertesi gün bazı komşular, arpaları biçmek için ellerinde orak, tarlasının yolunu tutmaya başladı. Köylünün ağzını bıçak açmıyordu. Hava kavurucu bir sıcaklıktaydı. Günler geçtikçe arpa tarlalarının başında insanlar ellerinde oraklarla otuz otuz beş derecedeki kavurucu sıcağın altında oraklarıyla sıkı bir çalışma içine girdiler.

 

Artık bu saatten sonra yağmur yağsa da, ne arpa ne de buğday tarlaları için bir faydası olmaz. Yağmurdan umudunu kesen rençber yoğun bir çalışmanın ardında arpaları biçip harmana taşıdıktan sonra, gemle dövüp, makineyle de savurarak içeri aldı.

 

Sonrasında buğdaylar da aynı işlemden geçti.

 

Güz mevsimi, artık yoğun olarak yaşanıyordu.

 

Ekim ayının ortaları ve artık herkes hasadı bitirdi.

 

Bitirmesine bitirdi de, köylünün elde ettiği ürün, bu yılki ihtiyacını maalesef karşılamaktan uzak.

 

Yani elde edilen saman bu kış içerde beslenecek hayvanlar için yeterli değil.

 

Keza tahıl da aynı, gelecek yılki tohum ihtiyacını karşılamaktan çok uzak.

 

Köylü, çıkış yolu olarak hayvanlarının bir kısmını elden düşme satarak, bu parayla saman ve unluk buğday alma yolunu seçti.

 

Köy sakinlerinden birisi de Erzede’nin damadı Nazım’ın ailesiydi. Nazım, Almanya’da işçi iken sekiz yıl önce yurda kesin dönüş yapmıştı.

 

Kesin dönüş yapmadan bir yıl önce de ağabeyi Hasan’ı işçi olarak Almanya’ya istek yapıp götürmüştü.

 

Hasan, Almanya’ya gideli bu yılla birlikte tam sekiz yıl oldu.

 

Ekim ayının sonuydu Hasan Almanya’dan izne geldi. Bütün köylü gibi Nazım’ın durumu da iyi değildi.

 

Hasat sonunda elde edilen saman hayvanlar için yetersiz, arpa ve buğday ise gelecek yılki tohum gereksinimini ancak karşılıyordu.

 

Yani acil olarak unluk buğdaya ve samana ihtiyaç vardı.

 

Bu ihtiyaçlarını karşılaması için Nazım’ın önünde iki seçenek vardı.

 

Seçeneklerden birisi, hayvanlardan bir kısmını satıp karşılamak; diğeri ise, uzun vadeli bir borç para bulmak.

 

Nazımlar henüz ne yapacağına karar vermemişlerdi. Kasım ayına girilmek üzereydi.

 

Ekim ayının son günü ve ikindi üzeriydi; Nazım, Hafisgilin Celal’le evin arkasındaki harmanda sohbet ediyordu.

 

Koyu bir sohbete dalmışlardı ki, balya saman yüklü bir kamyon, Adogilin harmandan doğru geliyordu.
Kamyon yaklaştığında içinde ağabeyi Hasan’ı gördü Nazım. Kamyon, Nazımların harmanında durdu ve araba istop edildikten sonra Hasan, şoförle birlikte kamyondan indi.

 

Hasan, Nazımlardan habersiz gitmişti saman almaya. Tabi buna Nazım, hanımı ve çocukları çok sevindiler.

 

O gün Nazımlar için bir bayramdı adeta, sevinçlerinden açlıklarını unutmuşlardı nerdeyse.

 

O yıl, Nazım’ın ailesi kışı mutlu bir şekilde geçirdi. İlkbaharın gelişi ile birlikte hayvan alım satımı her yıl olduğu gibi gündemdeki yerini yavaş yavaş alıyordu.

 

Tam bu günlerde Hasan’ın hanımı Gülsüm, Nazım’ın hanımı Sehernaz’a dolaylı da olsa saman için verdikleri parayı hatırlatmaya başladı.
Bu hatırlatmalar rahatsız edici boyuta ulaştı.

 

Artık, gururuna yediremeyen Nazım ve eşi Sehernaz, bilezikleri satarak bu borcu ödemeyi kararlaştırdılar.

 

Bilezikleri, Sehernaz büyük oğlu Atakan için almıştı. Atakan büyüyecek ve evlendiği zaman gelininin koluna takacaktı.

 

Tabi bu bilezikler, gelinin koluna takılmadan önce düğünde köyün çeyiz sayıcısı Katipgilin İso çeyiz sayarken köylüye gösterdiğinde, Sehernaz’ın göğsü kabaracaktı ama ne çare, Sehernaz’ın hayalleri suya düşmüştü,

 

Çünkü, dişiyle tırnağıyla biriktirerek aldıkları bu dört bileziği satarak ağabeyi Hasan’a saman borcunu ödediler.

 

Büyük bir yükten kurtulmuşlardı ama tüm hayallerini de şehir kuyumcusuna satmışlardı.

 

Sehernaz’ın, gelininin koluna bilezik takma hayali artık başka bir bahara kalmıştı.

 

Bizim ellerde gerçek resim budur maalesef.

 

Bir yıl bolluk olur, rençber yemesinden içmesinden kısarak biriktirdiği üç beş kuruşu ertesi yılki kurak mevsimde tüm umutlarıyla birlikte gömer, bu yıl da olduğu gibi.

 

Bu kısır döngü hep böyle sürecek mi, onu bilmiyoruz ama bildiğimiz ve inandığımız bir şey var ki o da bunu, insanın isterse değiştirebileceği gerçeğidir.
_________________________________________________________________________

25/03/2015
Aziz ÇATALPINAR

 

 


Yazarın Son Yazıları:
Arpa ancak orağa geldi
Bizim diyarlarda Haros zamanı
İbogil’in küçük odasında sıkışıp kalan yaşam ve hayaller